İslam Birliği Ülküsü, Süleymaniye Camii ve Akif
Son dönem Osmanlı’sında artık içeriden ve dışarıdan dört bir yandan binbir çeşit düşmanın topraklarımızı peyderpey paylaşmaya başladığı dönemlerin şairidir Akif. Köhnemiş İstanbul’da her türlü yıkıma karşın hala ayakta duran fiziki görünümleriyle ve çok daha önemlisi baskın ruhani yapılarıyla Osmanlı İstanbulu’nun camileri, medreseleri, çeşmeleri ve şehre vurulmuş mühürleriyle diğer tüm eserleri hala buradaki manevi iklimi oluşturan asli unsurlardır. Müslüman Türk’ün asırlarca demlenmiş ruhu mimaride tecessüm etmiştir.
II. Safahat’ı teşkil eden “Süleymaniye Kürsüsü’nde”, isminden de anlaşılacağı gibi, halkı irşad için verilen bir va’z tarzında tertip edilmiştir. Abdürreşid Efendi, bu manzum eserin kahramanıdır ve 1938’de doksan yaşında iken Japonya’da bulunduğunu bildiğimiz bu kişi, bütün Müslümanları Türkiye adıyla bir bayrak altında toplamak istemektedir. Bunun için “Livâü’l-Hamd” adlı bir broşür yayınlamış, 1908 yılında Türkiye’ye gelmiştir.
Mehmed Akif’in İslam Birliği ülküsü için özellikle Süleymaniye Camii’ni seçmesi de tesadüfi değildir. Zira Süleymaniye Camii, bir nevi payitahtın protokol camisi olarak inşa edilmiş, Osmanlı’nın güç ve etki bakımından en üst bir düzeyde olduğu dönemde Kanuni Sultan Süleyman tarafından yine zirve bir mimara, Mimar Sinan’a inşa ettirilmiştir. Caminin mimari ve tasarım açısından büyük etki uyandıran özel bir konumu vardır. Bulunduğu topografik mevkii, mücessemiyeti, vahdeti oluşturan büyük bir kubbe altında oldukça geniş toplanma ve namaz kılma mekânı ile aslında müslümanların bir arada olmaları gerektiğine dair sembolik mesajlar da içermektedir. İşte Akif, mekân-mekîn ilişkisini oldukça yerinde bir kararla bu ulu mabedde bir araya getirerek, tüm müslümanlara “vahdet” çağrısını buradan yapmıştır.
Mehmed Akif, 501 beyitlik bu manzum eserinin girişinde Galata Köprüsü’nden geçerek Süleymaniye’ye doğru yürümektedir. Şiirinin anlatımında zaten var olan görselliği burada da ziyadesiyle görmekteyiz. Bir film çekermişçesine, kademeli olarak her bir mısra şairle beraber, bu ulu mabede doğru hareket etmektedir. İlk on beyitte, o günün sosyal ve tarihi çevresine dair betimlemelere (tasvirlere) hiciv-mizah ekseninde yer verilmiş olup, sivil yapılara dair serzeniş dolu anlatımları bulmaktayız:
Herkesin hissi bir olmaz. Mesela karşıdaki
Sahilin, başbaşa vermiş düşünen, pis, eski
Ağlamış yüzlü, sakil evleri durdukça, sizin
İçinizden acı şeyler geçecek hep… Lakin,
Sonrasında Galata Köprüsü’yle Avrupa köprülerini karşılaştırır. İnce hicivler ve akıl dolu mizahlar söz konusudur bu bahiste:
Köprüler asma imiş Avrupa âfâkında…
Varsın olsun, o da bir şey mi? Bizim Şark’ın da,
Böyle daldırma olur… Hem açınız âsârı,
Köprünün nerde görülmüş, hani tahte’l-bahrı?
Köprüden ilk görünen o güzelim Yeni Camii şairin de dikkatinden kaçmaz:
Diyeceksin ki: “Hayalin yeri yoktur… Boşuna!”
Ya şu timsâl-i İlâhî de mi gitmez hoşuna?
Öyle ta’zîb-i nigâh eyleme bedbin olarak,
Bırak etrafı da, karşında duran mabede bak:
Başka bir sahile gevhâre-i emvâcından,
Böyle şeh-dâne çıkarmış mı yakınlarda zaman?
Ne seher-pâre-i sanat ki ezelden mahmur…
Leb-i deryadan uçan bir ebedî hande-i nûr!
Sanki ummân-ı bekanın ezelî bir mevci
Yükselirken göğe, donmuş da kesilmiş inci!
Süleymaniye Kürsüsü’nde’nin 11-80 arası beyitlerinde bir şairin dilinden mimari bir yapının anlatımını dinlemekteyiz. Yeni Cami’yi tasvir eden bu mısralardan sonra, Galata Köprüsü’nden Süleymaniye Camii’nin bulunduğu tepeye varana kadar kademeli bir yükseliş diğer mısralardaki coşkuyla ele alınmaktadır. Şair bir yandan yürümekte, diğer yandan da okuyucu ile sohbetine devam etmektedir: “Etrafın bu hâl-i pür melâlini boş ver sen, asıl göğe doğru yüce dağlar gibi tüm heybetiyle yükselmiş olan bu ulu mabede bak”, der ve ardından da büyük bir gururla ekler:
Gireriz koynuna, düşsek bile şayet yorgun,
Karşıdan baktığımız heykel-i nûrânûrun.
Göreceksin: O harîmin ebedî zıllinde,
Sanatın ruhunu seyyâl bulut şeklinde.
Akif, Mimar Sinan’ın bu abide eserini 80. beyitin sonuna kadar ve takip eden beyitlerde yorumlamaktadır artık:
Bir musanna’ kemer, üstünde kurulmuş Tevhîd,
Daha üstünde bir ayet ki: Hudâ’dan te’yîd.
Emr-i mevkut-i salâtın bize kat’iyyetine.
Şöyle bir baktı mı insan, kapının hey’etine,
Evvelâ her iki yandan oluyor çehre-nûmûn:
Mütenâzır iki mihrâb, iki âzâde sütûn.
Sonra göz yükseliyor doğru yarım kubbelere,
Ki dayanmış biri sağdan, biri soldan kemere.
İstalâktitle donanmış o hazin sîneleri,
Okşayıp nûr-i nazar, geçti mi artık ileri,
Geliyor kısmen açılmış iki heybetli kanat,
Ki te’ârîcî, telâfîfî ne müdhiş san’at!
Sanki Mevlâ mütefekkir, kocaman bir beyni,
Açıvermiş bize göstermek için her yerini.
Sizce böyle bir Akif, eskiyi tamamen yıkarak, yok sayarak ve yeni nesillere kötü göstererek “yeni bir düzen” kurmaya çalışan “hâkim unsurlar” tarafından sevilir miydi?