Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
21 Şubat 2019

İskender Pala

İskender Pala, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne başladığım yıl, Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Kütüphanesi’nde görevliydi. Sonra askerî kıyafetle gördük. Asker iken yaşadıklarını duyduk, okuduk, üzüldük. Ona yapılan haksız ve insafsız muamele âdeta önünü ve bahtını açtı. Hem sivil üniversitelerde hocalık yaptı, hem de ardarda eserler verdi. ‘Divan Edebiyatını Sevdiren’ kişiliğiyle temayüz etti. Düzenlediği Divan Edebiyatı seminerleri geniş kitleler tarafından takip edildi. Kitap fuarlarında en çok ziyaretçisi olan yazarlardan, kültür ve sanat dünyasına yön verenlerden oldu. Aldığı pek çok ödülü saymaya gerek yok, o asıl mükâfatını okuyucularından aldı.

İskender Beyin Kapı Yayınları’ndan çıkan üç kitabını okuyorum: İstanbulcunun Sandığı, İtiraf. Bir de Süleyman Çelebi merhumun Mevlid’ini hazırlamış. İstanbulcunun Sandığı şu cümlelerle başlar: “Sevdiğim şehri anlatan bir kitap okumayı ne çok isterdim. Bitmese bu kitap, cümleleri resim olsa, renk ve ışık olsa; duyguları ve hatıraları anlatsa uzun uzadıya, sonra iman ve aşk olsa kompozisyonunda ve binyılları özetleyen taşlarına dokunabilsem harflerince.”

Kitap İstanbul’a bir güzelleme. Eski İstanbul’un şehir hayatı, Boğaz sefası, binbir çeşit insan tipini bünyesinde barındıran kahvehaneleri ve bütünüyle Dersaadet... Şehrin nadir köşelerini, esrarlı hikâyelerini, tükenmeyen efsanelerini ve şiirli hâllerini satır aralarında okuyoruz. Rumelihisarı’ndan Kıztaşı’na, Haliç’ten Heybeli’ye uzanan eski zaman hatıralarını görüyor, menkıbelerini dinliyoruz. Yazar, meftunu olduğu saltanatlı şehri renkli cepheleriyle anlatıyor ve okuyucuya da sevdiriyor. Divan şairlerinin şehre yazdıkları şiirler, halk ozanlarının yaktığı türküler mısra mısra yüreklere işliyor, gönüllere yansıyor. İstanbul sevdalıları, kitabı okuyunca karasevdaya tutulabilir.

İtiraf ise yazarımızın romanı. Bu eser de İstanbul’a dair. Konstantinopolis’in İstanbul’a dönüşmeye başladığı yıllar dile geliyor. Hıristiyanların ‘Büyük Kartal’ diye adlandırdıkları Fatih Sultan Mehmed’in şehre âlimleri davet ettiği, Devlet-i Aliye’yi ilim, sanat ve medeniyetle yüceltmenin hayalini kurduğu senelerdir. Âlimlerin fikirlerini rahatlıkla ifade edebildiği özge bir hürriyet devridir. Molla Lütfi, Ali Kuşçu, Sinan Paşa, Bellini ve diğer bilginler, sanatkârlar... Sevilen, iftiraya uğrayan, istifade edilen kişiler... Ders alınacak, ibret çıkarılacak hadiseler zinciri.... İskender Pala, bu romanında da okuyucuyu kanatlandırıp maziye doğru yolculuğa çıkarırken günümüze de bazı göndermelerde bulunuyor.

Pala, Süleyman Çelebi merhumun Vesîletü’n-Necât (Kurtuluşa Giden yol) adıyla bilinen fakat yaygın olarak kısaca Mevlid diye anılan eserini de yayına hazırlamış bulunuyor. Önsöz ve Giriş’te eserin tarihçesi, yüzyıllar boyunca milletimizi nasıl derin bir şekilde etkilediği anlatılıyor sonra da metne geçiliyor. Metnin orijinal şekli kitabın sonunda. Latinize edilmiş hâli ve açıklamalar birlikte veriliyor. Arka kapaktaki yazı, Kur’an-ı Kerim’den sonra belki de en çok okunan dinî metin olan Mevlid’in ruh dünyamızda nasıl bu derece kökleştiğini anlatmaya yetiyor. Mevlidin “Ol gice kim doğdu ol hayrü’l-beşer / Anesi and aneler gördü neler / Dedi gördüm ol Habib’in anesi / Bir aceb nûr kim güneş pervanesi” mısraları nakledildikten şu satırlarla başbaşa kalıyoruz: “1880’li yılların başlarında, Tanzimat ve Servet-i Fünûn edebiyatının ünlü şairleri bir araya geldikleri bir gün, söz Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden açılmış. Muasırlaşmak, İslamlaşmak Türkleşmek fikirlerinin tartışıldığı, edebiyatımızın Batı’ya açıldığı, hatta Batı’ya kapılandığı yıllar. Aralarında bir karar alıp ‘500 yıla yakın zamandır okunan Mevlid’in bazı kelimeleri artık eski ve anlaşılmaz durumdadır, üstelik o vakitten bu yana dilimiz de, edebiyatımız da değişmiştir. İşte bu yüzden Mevlid’i yeniden yazmalıyız!’ demişler. İçlerinden bazıları kalemi ele alıp yeni tarzda manzum bir mevlid yazmaya da başlamışlar. Yazdıklarını birbirlerine okuyor, karşılaştırıyor ve uygun olan beyitleri alıp alt alta diziyorlarmış. Nihayet sıra ‘Bir aceb nûr kim güneş pervanesi’ mısraına gelince düşünmüşler, taşınmışlar ve içlerinden biri kalemi yere çalmış. Ağzından dökülen cümleler, aslında hepsinin birbirlerine itiraf edemedikler kanaatleri imiş: ‘Bu derece muhteşem bir beyit dururken bunu yeniden yazmaya kalkışmak ....tir. Bırakınız yenisini yazmayı, benzerini bile kaleme almak mümkün değildir!”