İşin hakikati ne?
Biraz aradan sonra hakikat konusuna devam etmek istiyoruz. Geçen iki yazıda, Tanrı başta olmak üzere hakikat arayışının niçin önemli olduğunu, hikmet ve hakikat ilişkisiyle felsefi anlamda hakikati biraz irdelemeye çalışmıştık.
Hakikate yaklaşımın bir de gündelik hayat boyutu var. Veya şöyle de ifade etmek mümkün: yaşadığımız hakikat/perspektif krizi gündelik hayatın farklı alanlarında kendisini belirgin bir şekilde gösteriyor. Gerçekte sorunlar arasında boğulmamız biraz da buradan kaynaklanıyor. Bunları biraz açalım.
Bu anlamda hakikatin tevhidle ilişkisi gerçekten önemli. Tevhid, varlık âleminde tüm varlıkların referansının tek olmasını ve aynı kaynağa bağlı bulunmasını ifade etmektedir. Dolayısıyla varlık âlemindeki kesret, her ne kadar dağınık ve çeşitli olsa da, onların kaynağı ve referansının tek olması, insanı ve onun değdiği toplumsallıkları aynı eksen üzerinde tutar ve parçalanmaktan korur. Dolayısıyla varlık âlemi, Allah’ın yani yegane mutlak hakikatin prensipleri içerisinde hareket eder.
Tevhid parçalandığı zaman insanın kimlik ve kişiliği bölündüğü gibi, insanın değdiği toplumsallılar da bölünür ve parçalanır. Böylece ekonomi, sosyal ve kültürel hayat kendi başına bağımsız bir hakikat olma yolunda ana gövdeden ayrılırlar. Modern zamanlar insanlığın önüne böyle bir handikap koymuşlardır. Şimdi bunun içinden çıkmakta zorlanıyor.
Modern dünya tekrar dünyada madde ve eşyaya dikkat çekerken, bu anlamda hem farklı alanların ilke ve prensiplerini ortaya koymada başarılı oldu hem de daha ileri giderek eşyayı ve insanları yönetmek suretiyle mühendisliğe doğru yol aldı. Bugün sosyal bilimlerde insan ve toplumu anlamanın da ötesine geçilerek, toplumların manipüle edilmesi ve yönetilmesi işiyle uğraşılmaktadır.
Müslüman toplumlar, gelişen bu olaylar karşısında, gerek materyalizme direnmek gerekse bazı tepkisellikleri sebebiyle “eşya” ve “insan”ın hakikatini anlama konusuna ehemniyet vermediği gibi bundan uzak da durdu. Eşyayı ve toplumları (bunu tabiat ve sosyal bilimler olarak da okuyabiliriz) kendi değerleri ekseninde fakat onların da doğasını /hakikatini dikkate alan bir üretim yapmadı. Tam tersine eşyanın ve insanların tüm doğasını ve hakikatini (tikelliklerini) inanç alanından devşirmeye çalıştı.
Neticede Batı modernitesi kendi değerleri ekseninde her şeyi yeniden üretti: araba, hukuk, ekonomi hasılı tüm dünyayı. Müslüman toplumlar ise, eşyanın ve insanın hakikatlerinden uzaklaşırken, tamamen tüketici konumuna düştüler. Ellerinde de Batı’nın kendi değerleri ekseninde ürettiği “eşya” var.
Batı modernitesi kilisenin hegemonyasından koparken eşya ve tabiat üzerine odaklanmış, enerjisini Tanrı’nın başta koyduğu kurallara göre işlediğini düşündüğü tabiata ve insana yöneltmişti. Bir müddet sonra, bu anlayış Tanrı’dan koparak bir başka boyuta geçti. Batı’nın krizi buradadır. Ancak İslam dünyası tabiat ve insanın işleyiş ilkelerine kulak asmadı. Aslında Kur’an sürekli buna gönderme yapmaktaydı. Bunun doğal sonucu olarak, eşya ve insanın en temel ilkelerini ortaya koyamadığı gibi, bu alanlarda bir gerçeklik/hakikat yaratarak kendisini oyaladı. Aslında tam da eleştirdiği parçalanmayı kendisi yaşamaya başladı.
Açıkça söylemek gerekirse, Müslüman dünyanın en önemli şansı tevhid ve hakikat konusundadır. Batı’nın çıkmazlarına tezler sunabilir. Ama temel sorunu; eşya, dünya ve insanlarla sağlıklı bir ilişki kuramaması, yani bir bilgi üretememesidir. Fakat durmadan bilginin yerine mitosu ikame ediyor.