İrfandan Ârife
İslâm düşüncesinin; ilim, hikmet ve irfan olmak üzere üç sütunu vardır. Bu üç alan birbirine asla feda edilemeyecek kadar önem arz etmektedir. Onun için ‘ilimsiz irfan muhal, irfansız ilim ise vebal’ kabul edilmiştir.
Hakikati anlama hususunda ‘güçlü seziş yeteneği ve sezişten gelen ruh uyanıklığı’ olarak tarif edilen irfan, Allah’ı ve sıfatlarını bilmeye yarayan tüm yollar için kullanılan bir kavramdır.
Gönlü arındırmak ve gönülden madde ve sevgisini atmakla gerçekleşen iç temizliği olarak irfan, kişinin ‘kendisini bilmesi’ şeklinde de tariflere konu olmuştur.
Akıl ve naklin alanı dışında kalan hususlarda vasıtasız olarak elde edilen marifet/irfan, sufîlere göre, akıl ve nakil yoluyla elde edilen bilgiden daha değerli ve güvenilirdir.
İrfan, kalp gözüyle bilmeyi ve dolayısıyla marifetullaha, yani Allah’ın bilgisine ulaşmayı amaçlar.
Sufiler, irfan ve marifeti birbiri yerine kullanmıştır. Marifeti “Hakk’ın bilinemeyeceğini bilmek” olarak düşünmüşlerdir.
“Nefsini/kendini bilen kul, Rabb’ini bilir” nebevî ifadesi, irfan geleneğinin önemli ilkelerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Nitekim Gazâlî de irfan için: “Allah’ın kulunun kalbine attığı bir nurla kulun daha önce isimlerini bildiği şeyleri açık seçik görmesidir” şeklinde bir tarifte bulunmuştur.
Türkistan Pîri Hoca Ahmet Yesevî de ilmin amelle buluşmasını şeker ve bala benzetir. Ondan tadanlar nasıl mutlulukla tebessüm ederlerse, ilmini ameli için vesile kılanlar, artık ilim makamından irfân makamına yükselirler. Gerçek âlim, ilmiyle âmil olandır. Nihayetinde hakikî âlim, irfân diyarında bir ârife dönüşür.
Ârif kişi, dünyanın esiri ve kölesi değildir. İrfan sahibi, aynı zamanda aşk sahibidir. Dolayısıyla ârif ve irfan ehli, dünyeviliğin çekim alanına kendisini bırakmaz.
Ârif ve âşık, Yesevî’nin nezdinde, elem, sıkıntı ve üzüntülere talip olanlara denir. Zorluk ve sıkıntılar, ârife yoldaki aşılması kolay engeller olarak görülür. Âriflik makamı, zorluk ve meşakkatle birlikte olmak demektir.
Hakk’a vâsıl olan, ârif olandır. Ariflik dünyanın faniliğinden kendisini koruyan hakîkat insanıdır. Benlik ve enaniyetten sadır olan duygular ârifi kendi kontrolüne alıp etkilemez. Zira ârif, hazların esiri ve kölesi olmaktan hayâ eder.
Allah’ın cemaliyle müşerref olmayı gönülden arzu eden ârif, hakikat insanıdır. Muhabbet meclisi, onunla kemâle erer. Ariflerin meclisi kadar, onların sohbeti de bir hazine değerindedir. Pîr’e göre, Peygamberî ruhla kuşatılmış olan ârif, sohbetiyle etrafının gönül ve zihin dünyalarını güçlendirir.
Dolayısıyla Allah’ın Kelâm-ı Kadîmi ve Hz. Peygamber’in (s) hikmetli sözlerini kendisine yol işareti yapan âriflerle beraber olmak gerekir. Hatta onların izlediği dosdoğru yolda seyahat etmek gerekir.
Hoca Ahmed Yesevî için, âriflerin sohbetleri, nebevî ifadeyle “cennet bahçeleri”dir. Orada dünyevî ve fani olanlar konuşulmaz. Ebedî ve dâim olan gönül dilinin sözlü ifadeleri hayat bulur. Söz marifet incisine dönüşerek, irfân meclisleri kurulur. Nihayetinde kişiyi ârif makamına taşıyan da marifettir.
Hakîkat yolunda seyahat eden ârif, sırların sırrını keşfetmeyi kendisi için var oluş meselesi olarak görür. Nihayetinde sırrı elde eden irfân ehli, başka sırları aramaya koyulur. Nitekim Hoca Ahmed Yesevî’ye göre, gerçek ârif, gönül ülkesini inşâ edendir.
Ârif, hikmetten nasiplenendir. O, hikmetin kutsal suyuyla paklanır, akabinde arınmanın manevî lezzetiyle gönül âlemi zenginleşir.
İrfan ehlinden olan Şems-i Tebrizî için de ârif, kâmillerin hizmetinde bulunandır. Bundan dolayı Hak erenleri sık sık ziyaret edilmelidir. Hakk’ı bilen, halka ikram eder. Zira halk, madenler içindeki altına benzer. Onları kıymeti, ârifler tarafından iyi bilinir.
Âriflerin vasıfları çoktur. Şems’in nezdinde dostu anmak, hatırlamak ve onun dostluğuna doymamaktır. Yine ârifin üç işareti vardır: Gönlün fikirle, tenin hizmetle ve gözün yakîn olmakla meşgul bulunmasıdır.
Sonuç olarak ilim ve irfan, âlim ile ârif arasında farklar vardır. Ârif, dünyayı kanıtsız, yani delil istemeden doğrudan bilir. Âlimin bilgileri, ârifin nezdinde canlanır ve dinamizm kazanır.