İrade terbiyesi
İstanbul serüvenimin ilk yıllarıydı… İkametgahımız Fatih’ti… Zeyrek mahallesi Kırbacı sokakta üç yıl kadar oturduk… Evimizin olduğu sokakta ismi garip, hikâyesi ilginç bir cami bulunuyordu… ‘’Sanki Yedim Camii…’’ Mütevazı ve tarihi yapısı ile şirindi… Rivayet o ki 1700’lü yıllarda Keçeci Hayreddin Efendi isimli, orta halli bir esnaf; canı bir şey yemek istediğinde ‘’sanki yedim’’ diyerek parasını bir kenarda biriktirir… 20 yıllık tasarruf ile camiyi yaptırır ve ismini ‘’Sanki Yedim Camisi’’ kor…
İşte
israfı tasarrufa çevirebilenlerin eseri…
‘’Damlaya damlaya göl olur’’ un gözle görülür güzelliği…
Evet, arzular dizginlenebilse, kabaran iştahlar kontrol altına alınabilse hayat
başka bir anlam kazanır… Maalesef Kapitalizmin tüketim çılgınlığı bizi birçok
iyilik ve güzellikten mahrum bırakıyor… Lüks ve israf yarışı değer ve
duyarlılıklarımızı yozlaştırıyor… Haz, hız ve hırs üçgeninden erdemsiz
yaşamlara yem oluyoruz, yenik düşüyoruz… Dahası olumsuzluklara karşı duracak
irademiz çöküyor…
Hedonist
baskılara hangi irade ile direneceğiz? Önce irade terbiyesini ıskaladık,
şimdilerde irademiz elden gidiyor… İrade ve idealler çökünce durumu idare
etmeye çalışıyoruz… Günü kurtarmanın derdindeyiz…
Mukavemet
ve muhalefet damarımız daralınca mülayim ve muhafazakâr bir zihne ve zemine
razı olduk…
Dünya
ve ahiret dengesini doğru kuramadık… Böyle olunca duruş ve davranışlarımız
değişti… Hayata bakışımız, eşya ile ilişkimiz bağlamından koptu… Dava derdi
yerini dünyalık kaygılara terk etti…
Bu
kabul edilebilir bir hâl midir? Hayır!
Alışkanlıklarımızı,
arzularımızı, aşırılıklarımızı mutlaka gözden geçirmeliyiz… Öncelikle bunu
yapabilecek güçlü bir iradeyi kuşanmalıyız… Takva ile takviye edilmiş bir
irade…
İrade
meselesine değinince bir anımı paylaşmadan geçemeyeceğim…
Yıllar
önce bir grup genç arkadaşla birlikte umreye gitmek nasip olmuştu…
Medine’deyiz… Yatsı namazlarından sonra kaldığımız otelin lobisinde umreci
kardeşlerimizle sohbet programlarımız oluyor… Bir gün sohbetten sonra odama çekilmiştim,
pencereden Medine’yi seyrediyordum… Otelin girişine yakın bir yerde umreci
gençlerimizin birlikte sigara içtiklerini gördüm… Üzüldüm. Sigara hoş bir şey
değil… Hele Medine’de hiç değil… Kibarca arkadaşları uyarmam gerektiğini
düşündüm… Bir gün sohbetten sonra sordum:
-Kardeşler
umreye gelmekten herhalde memnunsunuz? Her yıl gelmek ister misiniz?
-Tabi
ki, kim istemez ki? Ancak maddi durumlarımız belli, nasıl gelebiliriz?
-İsterseniz
gelirsiniz… Bakınız size izah edeyim… Sigara içen bir Müslüman düşünün, günlük
sigara için tükettiği parayı 365 ile çarpın çıkan meblağ belli… Sigarayı terk
etme durumunda bu birikim ile her yıl umreye gidebilir hatta bir bavul
hediyelik eşya bile alabilir…
Gençlerimiz
zeki olunca anında karşı bir soru ile hamlede bulundular:
-Hocam
verdiğiniz örnek sigara içenler içindi, peki sigara içmeyenler ne yapacak?
-Onunda
hesabını yapmış bulunuyorum. Bende dâhil çokça çay tüketmeyi seviyoruz. Günlük
tükettiğimiz çayın sadece yüzde ellisini terk etsek her yıl umreye gelebilme
imkânı elde etmiş oluruz…
Hayatımızın
diğer tüketim kalemlerini hesap etmeye bilmem gerek var mıdır?
Bağımlılık
boyutunda devam edegelen nice hobilerimiz var, değil mi? Heba ve heder
ettiğimiz nice birikimlerimize yazık değil mi?
Herhalde
öncelikle bir irade terbiyesi ve nefis tezkiyesine ihtiyacımız var…
Türkiye’de
her üç tabak yemekten birinin çöpe gittiğini biliyor muyuz? Üç-beş yılda bir
evin mefruşatını değiştirmesine bu saatten sonra kim itiraz edebilir? Fazladan
alınan bir ayakkabının, bir takım elbisenin çalışma hayatımızın kaç saatine
tekabül ettiğini hesap etmemiz gerekmiyor mu?
Hülasa,
hesabı verilebilir halis hayatlara muhtacız…
Ve de
inancımızla irademizin işbirliğine ihtiyaç var…