İnsansız dünya
Her şey kendisinin uzağında… Renkler, sesler, düşünceler, görüntüler, hissedişler, biçimler bozuldu. Hiçbir şey aslını temsil etmiyor. Dünya genişliyor ve en çok da insan bundan nasibini alıyor. Varılan noktada o uzaklaşmanın faturasını yalnızlıklaşarak ödüyoruz. Genişleme uzaklaşmaya, uzaklaşma yanlızlaşmaya, o da keyifsizliğe dönüştü. Gökyüzüyle ruhumuz arasına sayısız tavan döşendi. Yere bakmaktan göğe bakmayı unuttuk ve betonu gök sanan gözlerimiz kendiliğinden körleşti. Dünyaya, hayata, insana, inanca, ahlaka, en çok da kendine kör iç dünyalar birbirini anlamayı bırakmış birbiriyle tepişip duruyor. İçimizdeki sıkıntının, dünyanın tamamına sahip olsak bile mutsuzluğumuzun asıl sebebi bu. Tatlı suları tüketenler, deniz suyunu içmeye mahkum olunca susuzluk kaçınılmaz olur.
Önce sahne kuruldu. İnsansız dünyamız milyarlarca yıl yalnızlık çekmeden ama sabırla dönüp durdu. Gün toprağı ışıldattı, toprak suya hareket verdi, su ağaca ilham kaynağı oldu. Kuşlar uçuşup durdu bir daldan ötekine, insandan habersiz. Yeryüzü kusursuz bir sahne olarak kendini korumayı bildi, İnsanı bekledi. Sonunda çıkıp geldi insan. Yeri sevdi, göğü sevdi, maviyi, kızılı ve yeşili… Rüzgarla serinledi, ateşle bronzlaştı, karanlığı aydınlık eyledi. Eğilip su içti pınarlarından dünyanın, gözlerinin içine bakarak selamladı göğü. Yıldızlara baktı gözlerini kırpmadan, derin düşüncelere daldı sayısız kez. Oyununu oynadı, öldü, yerine başkaları, daha başkaları geldi. Böylece uzayıp gitti oyun, böylece kederle, sevinçle, ayrılık ve vuslatla. Yeşerterek bazen, bazen kurutarak ama hep, her daim elindeki bayrağı bir sonrakilere taşıyarak.
Sesler müziğe, köyler şehirlere, barınaklar muhkem mimarilere dönüştü. Kelimelerden gramerler, gramerlerden kitaplar, kitaplardan nice kültürlere varıldı. Birinin eksiğini öteki kapadı, birinin yırtığını öteki dikti, birinin boşluğunu öteki doldurdu. Zaman rüzgarı bir kültürden aldığı toprağı başka kültürlere taşıyarak hayatı olabildiğince çeşitlendirdi. Filozoflar, peygamberler, şairler düşünceleri derinleştirdi, inançları pekiştirdi, duyguları renklendirdi ve insanca, pek insanca yaşamanın yollarını aradı durdu. Elbet kötülük de vardı her daim. Zulüm bütün zamanların değişmez atmosferidir, amenna. Habil’in çocukları kadar Kabil’inkilerin de ayak izleri dolaşıyor patikalarda. Gel gör ki Habil Habil olarak Kabil de Kabil olarak geliyordu her nereye varsa. Gel gör ki her şey neyse o olarak görünüyordu. Bir şey oldu sonra, bir perde gerildi bütün bunların üstüne, bir lanet ağdı hatta belki de. Düşünceler dağıldı, kültürler kabalaştı, duygular parçalandı, hayat çekilmez oldu.
Dünyanın dönüşü, insanın hızına yetişemeyince kırıkları onarmak da zorlaşıyor. Koşmak yürümeyi çirkinleştiriyor, ışınlanmak yok ediyor. Ayrıntılar kayboldukça yaşamın tadı kalmıyor. Belki de bu yüzden, ayrıntılarını yitirdiğimiz için dünya olduğundan daha sönük gözlerle bakıyor bize. Belki de bu yüzden, kendine dikkatle bakılmadığı için cisimler topraktan, toprak bitkiden, bitkiler hayvanlardan ve hepsi birleşerek insandan öç alıyor. Birinin ötekinin varlığına katlanmadığı, katlanmadığı için de yok etmeye çalıştığı sinsi bir kibrin pençesinde yaşıyoruz. Herkes ve her şey ben varım, sadece ben diyor, kendi sesini yükselterek ötekilerin sesini kısıyor. Allah’ın varlığı inkar edildikçe tanrıların sayısı artıyor, her ego varlığını kendinden menkul bilerek kendisinde mevhum tanrılıklar arıyor. Öyle bir kibir ki bu varoluşun bütün gözeneklerini kapatıyor, bütün gözlerini kör ediyor. O kibir yukarıdan aşağıya, oradan buraya bütün dünyayı kasıp kavuruyor. İçerikler boşalıyor, biçimler yapış yapış olarak rastladığı her yüzeydeki yaşama sevincini alıp yerine kocaman bir sevimsizlik bırakıyor. Yüreğimizi her yoklamada rastladığımız sevgisizlik dünyayı gün gün uçuruma sürüklüyor. Her varlık kategorisi kendi özgürlüğünü ilan ederek ötekilere ihtiyaç duymadığını haykırıyor. İhtiyaçsızlık böylece hayatı hayatın dışına itiyor. Varılan noktada her şey ve herkes kendi egosunun gereği ötekine ihtiyaç duymadığını söyleyerek gözünü kendi içine çeviriyor ve yüzeyinin altındaki labirentlerde kayboluyor. Tek kişilik dünyalardan oluşmuş, gözsüz, kulaksız, dilsiz, en çok dah kalpsiz kütleler olarak başladığımız oyunu bitirmeye çalışıyoruz yazık ki.
Kırılmanın başladığı yer belli: Senden çok var, sana ihtiyacım yok. İnanmaya ihtiyacım yok, güvenmeye ihtiyacım yok, sanata, ahlaka, değere, hiçbir şeye ihtiyacım yok. Kumdan yapılmış, hepsi de ölüm dalgasını bekleyen küçük, mikro tanrıcık kuleleri halinden nasıl da razı! Oysa biliyoruz ki çokluğun niteliği yuttuğu yer, tam da uçurumun kenarıdır. Oysa biliyoruz ki kabalıkların bireyleri susturduğu nokta, yok oluşun da noktası. Şimdi artık hep birlikte bekleyelim, geleceğin muhtaçsız medeniyetini hiçbir şey yapmadan, hatta selamlayarak bekleyelim: Yaralarımızı makineler diksin, dikişlerimizi onlar alsın; inançlarımıza önyargılarımız yön versin; ahlaklarımıza içgüdülerimiz eşlik etsin; bilgimizi, kültürümüzü çipler artırsın. Ne doktora ne mühendise ne öğretmene ihtiyaç var artık, onların yaptıkları her şeyi zaten makineler layıkıyla yapıyor, hatta şiir bile yazıyor. Bir adım sonrası belli: İnsana ne gerek var, robotlar da hareket ediyor! Başa döndük dostlarım, hepinizin gözü aydın, oyun bitti: İnsansız dünyaya hoş geldiniz…