İnsan(lık) İdeolojiyi aşmalı (II)
Geçen yazımızda
din, felsefe ve ideolojiye dair mülahazalardan sonra, din ve ideolojinin insan
için nasıl takıntılı bir düşünce haline gelme ihtimalini işleyeceğimizi
belirtmiştim. Böyle bir konuyu mesele olarak ele almamızın sebebi ise, günümüz Müslüman
toplumlarda din algılayışlarının, dinin insanlık için temel hedeflerinden
giderek kopan, statükolaşan bir hüviyete bürünüyor olmasıdır.
Öncelikle din
ve ideolojinin ya da felsefe veya dünya görüşünün insanın hedef kazanması,
kendisini motive etmesi ve dünyayı anlamlandırması bakımından pozitif işlev
gördüğünü belirtmeliyiz. Dolayısıyla eşyaya dair algı ve bilgilerin bir hedef
ve anlama yöneltilmediği durumlarda, ortada dağınık bir bilgi yığını
kalacağını, anlamsızlığın büyüyeceğini tahmin etmek zor değildir ki, bugün
böyle bir sorun da yaşanmaktadır. Nitekim bütün bilgi yığını ve dağınık eşya
arasında “fakat ne için?” sorusunu sormak kaçınılmaz hale gelmektedir.
Geçtiğimiz
yüzyılda meta anlatı türünden ideolojiler dünyada önemli bir yıkım yarattılar.
Nazi Almanya’sı ideolojinin insanlığı yıkıp geçtiğine dair ciddi bir örnek
olarak tarihe geçti ve daha da önemlisi Batı modernitesinin sorgulanmasını
sağladı. Marksizm ise Sanayileşme ile birlikte insanın köleleşmesi ve
metalaşmasına itirazla kariyerine başlamıştı. İnsanın emek ve bedeninin satın
alınabilir oluşuna itiraz etmişti. İtirazları aslında bugünlerde dünya
ölçeğinde yaşanan köleleşme karşısında kolektif bir ruh birlikteliğini
vurgulamaktaydı.
Fakat muhalefet
ettiği sürece bir heyecan uyandıran Marksizm, Bolşevik devriminin ardında Lenin
ve Stalin Rusya’sında insanlığı biçip geçen bir ideolojiye dönüştü. İnsanı
içsel süreçlerinden başlayarak diriltmesi beklenen ideoloji, onu içine
çökertti, heyecanını aldı, motivasyonu kaybetti. Netice ideolojiyi doğrulamak
adına insanlık kaybetti. İnsanlığa karşı savaş açan tüm ideolojiler gibi
Marksizm de kaybetti.
İdeolojiler
heyecan ve duygu üreterek kapsayıcı söylemlerle kitleleri peşinden koşturdu. Bu
bağlamda ideolojilerin “hakikat” konusunda manipülasyonlar yaparak kendilerine
din gibi bir hüviyet vermeye çalıştıklarını görmekteyiz. İdeolojilerin ne kadar
takıntılı insan ürettiklerini hem dünyanın hem de Türkiye’nin geçen yüzyıldaki
tecrübelerinde izlemek mümkündür.
Dinlerin temel
gayesi insanın içsel dinamiklerini “takva” ve “maruf” çerçevesinde açmasını
sağlamaktır. Bu açılımın yapılması, tarihsel ve sosyal değişimler muvacehesinde
değişen ve yeniden değişen koşullar etrafında insanın bu hedefleri sürekli
gözetmesi ile mümkündür. Fakat bunun gerçekleştirilmesi insanın içsel
süreçleri, dinamiklerinin diri tutulmasıyla söz konusu olacaktır.
Peki burada
nasıl bir sorun çıkmaktadır? Birinci adım olarak, din bir ideoloji haline
dönüştürülmektedir. Özellikle geçmiş yüzyıllarda var olan dini bilgi
birikiminin mutlak kabul edilerek insan(lık) üzerinde bir tahakküme
dönüştürülmesi bu ideolojikleştirmelerden birisidir. Halbuki bütün peygamberler
insani açılım imkanlarının tükendiği/tıkandığı yerde devreye girmişlerdir.
Dikkat edilirse bu tıkanmalar da pagan bir ideoloji üretimi ile sonuçlanmıştır.
Müslümanların farkına varamadıkları şey ise, bizzat dini/İslami
söylemlerle de bir pagan ideoloji üretilebileceğidir.
Din insanlığın
ortak ıstırabı olan herşeyle ilgilenmek ve insanlığı ıstıraptan kurtarmak üzere
düşünce ve pratikler üretmek zorundadır. İnsanlığın ıstırabına kulak tıkayan ve
insan üzerinde tahakküme yol açan tüm söylemler insanlığı esir almaya devam
etmektedir. Halbuki imanın bile geçerliliği için özgürlük gerek şarttır.
Dolayısıyla din ve ideoloji insan(lık) için vardır; insanı açmak için vardır. İnsanlığın potansiyellerinin açılmadığı yerde, bunlar negatif işlev görüyor demektir.