İnsanlık ayağa kalk!
İstanbul’un her semti ayrı bir güzel...
“Dostun Dostları”nın mukîm olduğu Eyüp Sultan ayrı bir güzel; 7 tepesindeki kandilleriyle insanlığı
aydınlatan İstanbul’un kalbi Fatih
başka bir güzel...
Fener, Balat, Cibali,
Zeyrek, Vefa, Süleymaniye, Beyazıt Meydanı ayrı bir güzel; yitik
hazinelerin adresi Sahaflar Çarşısı,
turistlerin ağzı açık gezdiği Kapalıçarşı
başka bir güzel...
Tramvay eşliğinde
insanların karınca misali aktığı Yeniçeriler
Caddesi, gizemiyle insanları büyüleyen Çemberlitaş
ayrı bir güzel; medeniyetlerin geçit merasimi yaptığı Yerebatan Sarnıcı, Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı, Gülhane,
Sarayburnu başka bir güzel...
Seyyahların, tacirlerin
nefeslendiği Hanlar Bölgesi’nde,
AVM’lere direnen labirent sokaklı Mahmutpaşa’da
kaybolmak ayrı bir güzel; buram buram tarih ve baharat kokan Mısır Çarşısı’nda yürümek, Eminönü’nde balık ekmek yemek başka bir
güzel...
Galata Köprüsü’de olta atmak, Tünel’in karanlık dehlizinden Galata
Kulesi’ne çıkmak, Mevlevîhâne’nin
uh-revî gölgesinde duaya durmak ayrı bir güzel; kirlenen ruhları kubbesi
altında pak eyleyen ulu mâbed Hüseyin
Ağa, 72 milletin 7/24 arşınladığı İstiklâl
Caddesi’nin sonunda ezanlarıyla salâh ve felâha çağıran Taksim Camii başka bir güzel...
Arı kovanı gibi kaynayan Beşiktaş, Ortaköy, Bebek, dünya incisi Boğaz ayrı
bir güzel; “Ya ben İstanbul’u alırım, ya
İstanbul beni” diyen Fatih Sultan
Mehmed’in mührü Rumeli Hisarı
başka bir güzel...
Hanım Sultanların
hayırhahlığıyla nefeslenen Üsküdar
ayrı bir güzel; martı seslerinin cûş-u hurûş eylediği Prens Adaları (Kınalıada, Burgazada, Heybeliada, Büyükada,
Sedefadası, Tavşanadası, Sivriada, Kaşıkadası ve Yassıada) başka bir güzel...
O müjdeli İstanbul ki; ne
kadar anlatılsa, ne kadar yazılsa eksik kalır...
*
İstanbul; iki kıta bir şehir... İstanbul, “gelene git, gidene kal” demeyen belde.
Ana kucağı gibi şefkat dolu; kışın ayazında bile sımsıcak. Hayatın bütün
keşmekeşine rağmen naif kalma davetkârlığından hiç ödün vermeyen kutlu âlem.
İnsan selinin durmaksızın
akıp gittiği sokaklarında gözlere, gönüllere dokunan o kadar çok sahne var ki;
seyyahlara hayal, şairlere dize, yazarlara roman.
Evliya Çelebi’ye “Şefaat yâ Resulullah” yerine “Seyhat yâ Resulullah” dediren…
Yahya Kemal Beyatlı’ya “Dün sana bir tepeden baktım âziz
İstanbul...” dizelerini ilham ettiren…
Peyami Safa’ya “Fatih-Harbiye” romanını serdettiren…
Bugünkü cemiyet, iktidarla birlikte muhafazakâr bir yapıya evrilse de Peyami
Safa’nın romanına konu ettiği Nerimanlar
modern ve şaşaalı hayatla öz değerleri arasında bocalıyor. Geleneklerine bağlı Şinasiler ise “medeniyetler çatışması”nın tam ortasında değişen dünyaya ayak
uydurmaya çabalıyor.
*
Eskiden bu şehirde
yaşamanın bir raconu vardı…
Karagümrük, Kasımpaşa, Tophane
kabadayıları bütün gaddarlıklarına rağmen garibanın, düşkünün, güçsüzün yanında
yer alırdı…
Tramvaylarda,
troleybüslerde, otobüslerde, vapurlarda, banliyö trenlerinde yaşlılara,
hanımefendilere, hamilelere yer verilirdi…
Beyoğlu’na çıkmanın, İstiklâl
Caddesi’nde arz-ı endâm etmenin bile bir ritüeli vardı…
Bırakın insanları semtlerin
bile karakteri vardı; Fatih garbı, Harbiye şarkı temsil ederdi…
İstanbul’un camilerinden
okunan ezanlar duyulunca gramofonların, pikapların, radyoların sesi sadece
kısılmakla kalmaz, kapatılırdı...
Damalı taksiler, dolmuşlar,
faytonlar İstanbul’un sessizliğine ahenk katardı...
Direklerarası’nda gönül eğlendirilir, Sulukule’de raksedilir, Beyoğlu’nda
şişelerin dibinde uyunur, Galata’da gayrimeşru hayatın
zirvesine çıkılırdı…
Her şeye, bütün kötülüklere
rağmen istisnalar dışında insanlığın ortak değerlerine özen gösterilirdi…
*
İstanbul
dün olduğu gibi bugün de vefasızlığın kahrını çekiyor. Burada zenginiyle
yoksuluyla, hırlısıyla hırsızıyla, dinlisiyle dinsiziyle, arlısıyla arsızıyla
herkes hayatın kendisine biçtiği rolü oynuyor. Her şey gerçek; fakat
enstantaneler film karesi gibi. Bu müjdeli şehrin kucağında sevgi ile bakan
güzellikleri, nefret ile bakan hoyratlıkları seyrediyor. Fakat bütün
hoyratlıklara, aymazlıklara rağmen İstanbul
ana kucağı; her zerresi şefkat
kokuyor.
Yurtsuzlara yurt...
Açlara öğün...
Seveni bir başka, sevileni daha bir başka... Burası kimseye
milliyetinin sorulmadığı, Yaradan hatrına horlanmadığı, ezanların hiç susmadığı
merhamet ve emniyet yurdu.
Burada hayatın herkese
biçtiği bir rol var. Kimi el bebek gül bebek büyür, kimi ise anasının sırtında.
Kim olursa olsun analık dünyanın en güzel duygusu. Ana; dünyayı güzelleştiren, zorlukları kolaylaştıran, yemeyip yediren,
giymeyip giydiren, dahası ayaklarının altı öpülesi olandır.
Kimilerinin kılığına,
kıyafetine bakıp toplu taşıtlarda yer verme zahmetinde bulunmadığı kadınlar da
ana. Gül desenli pazenlere beledikleri yavrularını sırtına almış anaları hor
görmek şöyle dursun, onların duasından mahrum kalıyorsak eğer, “sözün bittiği yer”deyiz demektir.
Merhamet tükenmez bir hazine; insanlık lütfen ayağa kalk!..