İnsanlığın kurtuluş umudu Türkiye'dir
“Hocaların Hocası” Prof. Dr. Mehmet
Maksudoğlu, Osmanlı’nın itici gücünün İslam olduğunu belirtiyor ve “insanlığın
bugün kurtuluş umudu Türkiye’dir.” diyor.
Şüphesiz tarihini doğru olarak okuyan, anlayan ve
geçmişteki hadiselerden hisse alan toplumlar daha şuurlu, uyanık olur.
Kolaylıkla aldatılamaz, kandırılamazlar. Bunun için tarihimizi bilmeli,
gençliğimize mazimizi anlatmalı, çocuklarımıza ecdat sevgisini aktarmalıyız.
Gerçek tarihçilerin kaleme aldığı sahih tarih kitaplarına çok ihtiyacımız var.
Tarihçi Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu, eserlerinde, insanlarımıza hakikatleri
anlatma gayretinde. Bütün derdi tasası, uydurma tarihlerle aldatılmış kitlelere
doğruyu göstermek. Yayımlanmış başlıca eserleri arasında Hz. Muhammed Aleyhisselam, Arapçayı Öğreten Kitap, Herkes İçin Arapça, Arapça Dilbilgisi, Osmanlı’dan
Günümüze Değişme Maceramız, Arapça-Türkçe
Öğretici Sözlük, Hatırladıklarım,
Osmanlı Devrinde Tunus, Kırım
Türkleri, Osmanlı Tarihi de bulunuyor. Hocamızla, tarihimizi, kültür ve
medeniyet dünyamızı konuştuk.
Çok iyi bir eğitim aldınız, pek çok kıymetli hocanız oldu. Bunlar arasında
üstünüzde en çok tesir bırakan hocalar kimlerdi?
Hocalarımız, gayretli,
iyi niyetli idiler. İçlerinden sadece ikisi Arapça biliyordu: Bosna’lı Prof.
Muhammed Tayyib Okiç ve Fas’lı Muhammed Tanci. İkinci sınıfta iken (1957-58
öğretim yılında) İslam Tarihi Hocamız Prof. Neş’et Çağatay, Yurt dışına
gidince, onun yerine, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden Prof. Mehmet
Altay Köymen geldi. İlk derste dedi ki: “Size Oğuzlar’ın tarihini
anlatacağım; fakat sınavda Arapça’dan sorumlu olacaksınız.” Gerçekten,
yılsonunda Arapça bir metin okutup tercüme ettirerek imtihan etti. Rahmetlinin
bu sözü, Arapçanın değeri, ehemmiyeti, İlahiyat öğrencisi için “olmazsa olmazı”
konusunda çok keskin bir uyarı, uyandırıcı oldu.
Diğer uyarıcı,
bilinçlendirici Hoca, Prof. Muhammed Tayyib Okiç olmuştur. Hep
tekrarlarım: Boşnakların 20. Yüzyılda iftihar edecekleri ilk isim Aliya
İzzet Begoviç ise, ikinci isim de Prof. Muhammed Tayyib Okiç’tir.
Rahmetli Hadis dersimize geldi, Usul-ı Hadis, el Cerh wet Ta‘diyl öğretti; ama
asıl büyük, değerli hizmeti, bizleri, oryantalistler hakkında uyarması,
bilinçlendirmesidir. Paris’te toplantılara katıldığını, papazların ve
oryantalistlerin tutumlarını anlatırdı. Tunus’ta bulunduğumuz sırada, Talat
veya İsmail Beye (ikisi de onun asistanı idi) yazdığı Arapça mektubu gördüm;
mükemmel bir Arapça ile yazılmıştı, bir Arap yazmış zannederdiniz, dile öyle hâkimdi.
İngiltere’de 1967-70 yılları arasında Cambridge Üniversitesi, Faculty of
Oriental Studies’de Türkçe öğrettiğim sırada, oryantalist öğrencilerin nasıl
yetiştirildiklerini, kafalarının nasıl formatlandığını görmek nasip
oldu. Tayyib Hoca, yerden göğe kadar haklıydı. Her vesileyle, ağzımı doldura
doldura oryantalistleri kesinlikle
ciddiye almadığımı, onların muhatap kabul edilmemesi gerektiğini, bu konuda,
isteyenle tartışmağa hazır olduğumu bildiriyorum. Tayyib Hoca’nın,
Ramazan’da biz asistanları lokantada iftara götürdüğü olurdu.
Üzerimde bıraktığı
tesirin sonradan farkına vardığım Rahmetli Rıfkı Melul Meriç Hocadan söz
etmeliyim. Galiba Klasik Dini Türkçe Metinler dersine gelmişti, Agâh Sırrı Levend’in
bir kitabı sözde ders kitabı idi, ama pek okumazdık. Rıfkı Hoca sınıfa temenna
ile girerdi, “Bu nasıl ders?” diye düşünürdüm; belli bir programa uyduğunu
sanmıyorum, sınav nasıl olacak, merak ederdim. Sonradan, yıllar geçtikten sonra
farkına vardım ki, bize “yerli değerleri”, “bizi, biz yapan” konuları işlemiş.
Biz öğrencilerin götürüldüğü bir İstanbul seyahatinde, Bakırköy’deki hastaneyi
ve Topkapı Sarayı müzesini görmüştük. Müzede, dış ülkelerden gelen hediyelerin
Sultan İkinci Abdülhamid Han’a gönderilmiş olduğunu anlatırken “Hediye, adam’a
gönderilir.” demişti. O yıllarda, 1960 öncesi, Sultan Abdülhamid, hâlâ, Ermeni
gâvurunun taktığı iftiralı lakapla anılıyordu.
Hocam bizde tarih eğitimini nasıl buluyorsunuz? Bugün bu ilim dalı hangi
durumdadır? Tarih ders kitapları geçmişe oranla büyük ölçüde düzeldi diyebilir
miyiz?
Bizde, tarih eğitimi,
maalesef, “sömürgelerde uygulanan eğitim”e çok benzemektedir. Tarih öğretimi
öyle bir yörüngeye oturtulmuştur ki, Türk çocuğu, kendi tarihine, âdeta, Avrupalının
baktığı gibi bakmaktadır. Acı gerçeğin
ifadesi olan bu iki cümlemdeki hükmün doğruluğundan şüphe edebilecekler için,
hemen bir “vakıa”yı -hem de isim vererek- naklediyorum:
04 Ekim 2022 Salı Günü,
saat 23.00 te, Tele 1 kanalında, Prof.
Dr. Emre Kongar ve Merdan
Yanardağ konuşurlarken birisi (hatırımda yanlış kalmadıysa Emre Kongar)
-tabii, Türkiye’den bahsediyorlar- Feodal değerler sözünü kullandı;
iktidar, o değerlere yaslanıyor veya o değerleri öne çıkarıyor havasında. Bu
ünlü ve bir kesim tarafından büyük saygı gören profesör, devamı olduğumuz
Osmanlı’nın hiçbir devrinde feodalite
olmadığını, Türklerde böyle bir düzenin HİÇBİR ZAMAN uygulanmadığınıbilmiyor
demek ki! Feodalite, Ortaçağ Avrupası’na özgü, orada uygulanan, insanlığın yüz karasıbir
düzendir. Feodal Düzen’de, halk serf idi, toprağa bağlı köle gibi idi ve
bir arazi parçası satıldığında, başkasının mülkiyetine geçtiğinde; üzerinde
yaşayan insanlar da, hayvan gibi, sahip değiştirirlerdi. Halktan bir kız
evlendiğinde, ilk gecesini kocasıyla değil; Feodal Lord ile geçirirdi, bu,
kanundu, adı Jus Primae Noctis(İlk
Gece Kanunu). Osmanlı Devleti’nde ise, halk, yönetilenler, ra‘iyyet(riayet edilen,
kollanan, gözetilen) idi, “emanet-i ilahi” olarak kabul edilirdi. Osmanlı Tımar
Düzenini, oryantalistler, kendi tarihlerindeki Feodal Düzen gibi anlar ve öyle
gösterirler. Hâlbuki Tımarlı Sipahi, yönetimindeki halkın -dini, kavmi ne
olursa olsun- canını, malını ve namusunu korumaktan sorumlu idi.
Oryantalistlerin yazdığı,
Osmanlı tarihi ile ilgili paçavraları bilinçsizce Türkçeye aktarıp okutan malumat
depolarına maalesef “Tarihçi” deniliyor. O malumat depolarının yazdıkları
tarihleri okullarda okuyup “aydın” kabul edilenler de böyle feciyanlışlara düşüyorlar.
Tanzimat’tan (1839) sonra
tarih yazma usulü de Avrupa’dan alınırken, usulle beraber, Avrupalının
Osmanlı’ya karşı görüşleri de Türkçeye aktarıldı, bilinçsizce davranıldı, çünkü
1856’dan beri DURUŞ sahibi olmaktan
mahrum edilmiştik; 1856 yılında, “her türlü ayrımı gösteren ifade” yasaklanmış,
gâvura ‘gâvur’ demek yasak edilmişti. Giderek,” kendimize, Avrupalının bize
baktığı gibi” bakma alışkanlığı yerleşmişti.
Bu zemin üzerinde
yetiş(tiril)en tarihçilerimizin durumu da, genellikle böyledir. Malezya’ya gidip Milletlerarası İslam
Üniversitesi’nde 4 yıl çalışmamış olsa idim, oradaki, gerçekten seviyeli
akademik hava içinde bulunmasaydım, her hafta, çeşitli ülkelerden gelen değerli
konferansçıların ufuk açıcı konuşmalarını dinlememiş olsa idim, benim yazdığım Osmanlı
Tarihi de, Türkiye’deki benzerlerinin oturtulduğu yörüngede olurdu. Bir
yıl için gitmişken, gördüğüm büyük ihtiyaç üzerine 4 yıl kalarak yazdığım Osmanlı
History, o üniversite tarafından 1999 yılında bastırıldı ve
textbook olarak orada kullanıldı. Dönünce Türkçeye çevirdiğim kitabın 6 baskısı
yapıldı, onun bir bakıma özeti mahiyetinde olan ve değerlendirmeler içeren Analitik
Osmanlı Tarihi, İnkılâb Yayınları arasında çıktı. Arapça tercümesine
yazdığı Takriz’de Prof. Muhammed Harb, bu kitabın bütün dillere, özellikle
Müslüman milletlerin dillerine çevrilmesi gerektiğine işaret etmektedir.
Kitabın İngilizcesine Türkiye’de yaptığım “Müesseseler” ekiyle, Ensar Neşriyat
tarafından Osmanlı History and Institutions adıyla bastırılan kitap,
Arnavutçaya çevrildi, Kosova’da, Tiran’da üniversitelerde okutulmaktadır, 15.000
adet bastırılmıştır. O bölgedekiler, Osmanlı Tarihi’ni, gerektiği gibi
öğrenmektedirler. Aynı kitap, yurtdışında basım aşamasındadır. Yine, basılmak
üzere Orducaya ve Endonezya diline çevrilmektedir.
Osmanlı
Tarihi’nde ASIL MESELE, yabancılar, emperyalistler, açıkça söyleyelim;
Osmanlı’nın ölüsünden bile korkan düşmanları tarafından yerleştirilmiş olduğu
YÖRÜNGEden çıkarılıp GERÇEK YÖRÜNGESİNE OTURTULMASIDIR. İnancım ve ümidim odur
ki, bundan böyle, Osmanlı Tarihi, oturtmak gayretinde olduğum gerçek
yörüngesinde ele alınarak incelenecektir.
Aziz hocam Selçuklu ve Osmanlı, büyük medeniyetler tesis ettiler. Bilhassa
üç kıtada hüküm süren Osmanlı’nın insanlığa kattığı çok büyük değerler var. Ama
bugün hâlâ Osmanlı’ya ters bakan bazı yarı aydınlarımız var. Bunlar niçin
düzelmiyor? Dünyanın başka ülkesinde kendi tarihine düşman aydınlar var mı,
olabilir mi? Bu husustaki kıymetli fikirlerinizi merak ediyorum.
Teşhisiniz doğru ve “yarı
aydın” demekle aslında, “iltifat” ediyorsunuz. Gerçek aydınımız çok azdır,
birkaçının adını verirsek yadırganırız.
“Aydın” kabul edilen diplomalılarımız, olsa olsa taklid sömürge aydını’dırlar (taklid mücevher gibi). Sömürge
aydını, sömürgecinin okulunda imal edildiği için, hiç olmazsa, sömürgecinin
dilini (bir Avrupa dilini) çok iyibilir.
Çok büyük bir iddiada bulunduğumun farkındayım. İddia sahibi, iddiasını ispatla
mükellef olduğu için, hemen ispat edeyim:
Alman
aydını, Goethe’yi okur ve anlar. İngiliz aydını (halktan söz
etmiyoruz) Shakespeare’i okur ve anlar (yüzlerce
yıldır dilin kelime biçimi ve telaffuzu değişmiştir, ama öğrenir). Fransız Aydını, Voltaire’i okur ve anlar. İspanyol
aydını, Cervantes’i okur ve anlar. İranlı aydın, Gülistan’ı, Bostan’ı okur
ve anlar. Rus aydını, Çehov’u, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi okur ve anlar. Türk
aydını Kâtip Çelebi’yi okuyup anlar mı? En koyu Atatürkçünün yanında Nutuk orijinalinden
okunsa, % 15’ini anlar mı? “Aydın” kabul edilen
“diploma sahibi” kaç kişi, ‘İstiklal Marşı’mızı orijinalinden
okuyabilir? “Herc ü merc etdiğin edvar” sözünden ne anlar?
“Yarı aydın” diye aslında
iltifat ettikleriniz için sorduğunuz “Niçin düzelmiyor?” sorusuna yanıt çok
kısa ve açıktır: DÜZELMEK için, önce, durumun FARKINA VARMAK gerekir.
Dünyanın başka hiçbir
ülkesinde, kendi tarihine düşman aydın olduğunu sanmıyorum. Olsa olsa, bazı
eski sömürge ülkelerinde, efendileri öyle uygun görüp bir eğitim/imalat
uygulamış ve başarılı olmuşlarsa, oralarda olabilir.
Türk dünyasını en iyi bilen akademisyenlerimizdensiniz.
Bugün Türk dünyası ile Türkiye arasında çok samimi ve sıcak münasebetler
kurulmaya başlandı. Kültürel, ekonomik ve sosyal ilişkileri yeterli buluyor
musunuz, daha başka neler yapılabilir?
Türk Dünyası ile
ilişkilerimiz kuvvetleniyor; Türk Devletleri Teşkilatı kurulmuş olması çok
sevindirici; ırmak, yatağını buluyor. Burada, Türk bilimcilere (Türkologlara)
büyük görev düşüyor: Türk lehçeleri arasında yakınlık sağlamak, bir lehçede
kullanılan bir sözü, diğer lehçelerde de dolaşıma sokmakgibi. Sözgelişi, Kırım Tatarcasında ‘lider’karşılığı kullanılan ‘yolbaşı’kelimesi yaygınlaştırılabilir, yine Kırımlıların
kullandığı “imek” fiilinin kullanığı yayılabilir. Türkistan’da veya
kuzeyde, ‘değil’karşılığı ‘imes’kullanılır, Özbekistan’da ‘bekçi’yerine ‘karavul’denildiğini
işittim. Türk Dünyası ile ilişkilerde, yakınlaşmada, İsmail Bey Gaspıralı’nın
koyduğu prensip mühimdir: “Dilde, Fikirde, İş’de Birlik!”
Bu sırada Merkez Türkiye isimli eseriniz yayımlandı. “İnsanlığın kurtuluş
umudu Türkiye’dir ve Türklerdir.” diyorsunuz. Siz bir ilim adamı olarak
ülkemizin bugünkü durumu, geçmişi ve geleceğiyle ilgilisiniz. Bu konuda da
mesuliyet hissi duyan mümtaz bir münevverimiz ve âlimimizsiniz. Size göre bugün
Türkiye nerede duruyor? Küresel bir güç olma yolunda
ilerlediği görülüyor. Artık kendi savunma sanayiimizi kuruyoruz. Dünyanın diğer
büyük ülkeleriyle aynı mesafede ve seviyede görüşmeler buluşmalar yapılıyor. Bu
müspet gelişmelerde şimdiki Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın katkıları
nelerdir?
Evet, kanaatim, görüşüm budur:
farkına varsa da varmasa da bütün insanlık, kurtuluş, insanca yaşamak için
Türkiye’yi, bizi beklemektedir. Batı medeniyeti ölmüştür, ağlayanı yoktur,
farkına varanı azdır. Türkiye’nin kendine gelmesi, hâkim güçleri
korkutmaktadır; içeride ve dışarıda sahneye konan maskaralıkların temelinde bu
korku yatmaktadır. Saygıdeğer Recep Tayyip Erdoğan, milletle orduyu, devleti
barıştırdı, Türkiye’yi olması gereken yere doğru emin adımlarla, kararlılıkla
götürüyor. Allah, yardımcısı olsun. Türk Milleti liderine kavuştu, fakat beyni
yıkananlar, kafası şartlananlar ve medyanın olumsuz etkisinden kendini
kurtaramayanlar, işin farkında
değiller.