İnsanı Tanrı'dan kaçırmak
İçinde yaşadığımız zamanı tanımlama bağlamında kurulan cümlelere baktığımız zaman, bazı önermeler bileşeninde “zamanın ruhu”nun içeriklendirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu önermelerin bir kısmının günümüzdeki değişimleri tanımlamakla birlikte, son kertede gerçeklikle tekabüliyeti açısından sorunsallaştırılabilir görünmektedir.
İnsan dünyaya gözlerini açmış, tecrübe ettikleri itibarıyla dünyalı olagelmiş bir varlıktır. İnsanın varlığının kökenini geriye doğru götürdüğümüzde mantıken ilk insana varmamız zor olmaz. İlk insanın adını koymamız önemli değil. Neticede Kutsal kitaplara baktığımız zaman, orada “Adem” ve “Havva” isminde ilk insanları görmekteyiz.
Özellikle üç büyük dinin insana dair anlattığı hikaye bir yaratılış olup, insanın cennetten dünyaya inişi üzerine dayanıyor. Yani insanın dünya serüveni böylece başlıyor. Nihayetinde insanın dünyadaki hikayesi ölümle sona eriyor ve yine dinlerin verdiği bilgilere göre ikinci bir hayat var. Ölümden sonrası için dinlerin verdiği bilgiler, tabii ki insanlar için “Hakka’l Yakin” hatta “ayne’l yakin” düzeyinde değil. Fakat fenomenolojik olarak ölümün bir vakıa olduğu herkes tarafından kesinlik düzeyinde bilinmekte.
Kutsal kitapların anlatısına “yaratılış teorisi” dersek, bunun karşısında çokça yükseltilen evrim teorisi görünmektedir. Evrim teorisi, insanın geriye giden tarihini ve gelişimini saptamaya çalışmaktadır. Elbette içinde mikro teoriler olarak kabul edilebilirlik düzeyinde olan önermeler bulunmaktadır. Fakat evrim teorisinin, insanın nereden geldiği ve öldükten sonra ne olacağı gibi en temel ve insan için asli sorulara bir cevabı yoktur. Bu durum, insanı dünya ile sınırlandıran bir anlatı üretmektedir.
Eğer insanlardan nereden geldikleri ve nereye gidecekleri sorusunun görmezden gelmesi isteniyorsa, bu en asli sorulardan kaçış anlamına gelecektir. Zira bu sorulardan kaçmanız, gerçeklikten kaçmanız anlamına gelmektedir. Hiçbir insan da bu sorular beni ilgilendirmez diyemez.
Elbette insan, tarihsel süreç boyunca toplumsal, kültürel, teknolojik gelişmelere paralel olarak gelişmiştir. Bunu kimsenin inkar ettiği falan yok. Fakat buradan yola çıkarak insanın doğasının değiştiği iddiası kanaatimizce doğru değildir. Helena Cronini, “İnsanın Doğasını Doğru Anlamak” isimli makalesinde, mealen insanın doğasının sabit olduğunu, fakat insan doğasından kaynaklanan davranışların sonsuz sayıda değişken olduğunu öne sürer. Bu, bir anlamda insan doğasının davranışlarının zaman içerisinde çeşitlenmesini toplumsal ve çevre faktörlerine bağlamaktadır. Bu bağlamda insanın evrimleşmesi tabii ki bir anlam taşımaktadır.
Burada Steven Pinker’in, “korku o ki, evrimsel biyoloji tüm kutsal saydığımız her şeyin altını oyacaktır” şeklinde belirttiği bir korkuya sahip değilim. Sadece zihnimdeki soruların net bir şekilde cevaplandırılmasını istiyorum. Çünkü hakikat ve gerçeklik insani boyutumun içerimini anlamak için benim açımdan önem arz ediyor.
Tam da burada artık “hakikat” ve “gerçeklik”in önemini kaybettiği gibi bileşenlerden bir önerme ile daha karşılaşırız. Elbette post-truth süreci ile birlikte, iletişim araçları ve teknoloji üzerinden “yorum” ve “algı”nın gerçekliğin önüne geçirildiği bir vakıa. Ancak bu durum, sadece insanın sanallığı gerçekliğin önüne geçirdiğini, hakikat arayışını ertelediğini gösteren bir done olarak okunabilir; yoksa hakikat ve gerçekliğin kaybolduğunu anlatmaz.
İnsan içinde bulunduğumuz çağda sanallıklarla avutulurken, kendisini kendisine bırakmayacak şekilde ve illizyonlarla en temel hakikat olan “Tanrı”dan kaçırılmaya çalışılmaktadır. Tamam da karşılaşma bağlamında sürekli ertelenen gerçeklik ve hakikat orada sapasağlam durmaktadır. Kaçmak bir aldanıştan başka bir şey değildir.