İnsanı nereye koysak yeridir
Ateşle barutun kucak kucağa olduğu, kızgın çöller
diyarında dona kalmış ayazlarla imtihandayken insan.
Cömertliğin padişahına pusular kuran kurana, tabiatı
hunharca taciz eden fosil beyinliler deminde zamanı ve kelamı hüzünler
sarmışken...
Kalbi çorak topraklar diyarına dönen insanın gönlünden
serin serin ırmaklar akmasını beklemek ne garip.
Ruhun nasırlaşmış sarmalında kaleme ve kelama yer
olmadığını görmek acının başka bir boyutu.
Devasa iştahına, dipsiz işkembesine, obur hırsına
maruz kalan şu zamane bedbahtına kelimelerin sihrini işletebilir misiniz.
Asırlardır gönüllerimizi sonsuzluğun ışığıyla
kamaştıran sözlere de bir sözüm var.
Karanlıkları bir nefesle aydınlığa ulaştıran,
milletleri tarih sahnesinde bir kelam ile galibiyet payesiyle müşerref kılan o
söz, artık o sözler nerede. İnsan sözün yabancısı. İnsan süfli rütbelerin
gayesinde ola beri, insan kendine de yabancı.
''Bilemem, insan nerenin yerlisidir.'' diyor İsmet
Özel. İnsana dair tanı’ların anlam yitirdiği bir bilmeceyle karşı karşıyayız.
İnsanı nereye koysakyeri olur acaba.
İnsanı nerede tutsan hakkıdır. İnsan sınırları zorlayalı beri tuhaflıklar
kanserinin pençesinde. Değerler,bugünkü gibi değersizleşmiş miydi. İnsanın
kendinden bile gizlemesi gerekenler, topluma açık mekanlarda kahkahalarla
dillendirilmekte. Şu acaiplikler çağında, hikmetler yitiğindeyken gidişatazaplı
meçhul.Herşeyin herkesle paylaşılması, herkesin herşeyini herkese aşikar edişi
bir çeşit mahremiyet ihlalinden ziyade, bir çeşit ruh kanseridir zannımca.
Zannımca ruhun azap faslı henüz dünya darında başlamış olmalı, olmalı ki artık
herşeyin varlığı-hiçbirşeyin yokluğu denkleminde bocalama sahneleri insanı
sadece tür olarak insan kılıyor. Hiçbir şartta genellemeler doğru olamaz; ancak
külliyen gidişatımız elem verici boyutlarda.
Ateşle barutun kucak kucağa olduğu tatları aramak da
neyin nesi. Artık ateşi ve barutu aynı külahta istiyor insan.
Kalbi çorak topraklar diyarına dönen insanı ne
diriltebilir, iklimsizliğinbiçemsiz çoraklığında ne yapmalı.Varoluş
alametlerinden sıyrılmış, sarhoşluk-ayyaşlık belirtilerine sürekli yeni
alametler ekleyen insanın kalbine ne can verebilir…
Ruhun nasırlaşmasına bir açıklama getirmeliyiz.
İzahata muhtaç ruhsal melekelerimizin fonksiyonsuz kalışına birkaç kelam
kalmamış mıydı heybede.
İştahına mağlup olunan kaygıların rızık telaşını
tanrıtanımaz bir betimlemeyle açıklayabilir miyiz.
‘‘Bu bana yakıştı mı, bunlar bana uydu mu’’ heyulası
bir girdaptır. ‘Yarının bir sahibi olduğunu’ unutmak veyahut bunu içselleştirememek
bir çeşit boğulmaktır. Her şeyi kendimizle özdeşleştirme egoizmi de boşluktur,
adı: ‘nefis ve şeytan terbiyesi’ olan boşluk.
Karanlıkları aydınlığa kavuşturma gibi bir ihtiyacı
kalmamış çağın, çağın çağdaşı olan insanın da doğal olarak. İnsan,maddi
emellerine kavuşsa yetiyor, yetiyor insanın obur hayallerine.Obezite olmuş
duygu dünyasıyla yönetiliyor dünya. Çağın obez egemenlerinin, hiçbir çağa
yakışmayacak iğrenç karanlıklarından aydınlama beklemek bize de ceza olarak
yeter.
…
İşte bu duraklarda beklemekle geçti ömür. İşte bu
fasıllar bitirdi bizi. Kelimelere dökülmüyor aşkımıza dökülen gölgeyi tarif.
Yâr da artık bir selama muhtaç değil, gönül de bir kelama hasret değil artık.
Taze kefen kokusuna, musalla meşrebine ve teneşir tecrübesine yaklaşıyor zaman…
Zamanın şu gevşek zeminine bir bakın hele…