İnsandan tanrı''ya
Tarih boyunca düşünce adamlarının üzerinde uğraştığı belki en temelli konu mutlak ve hakikat olmuştur. Bu çaba, insanın dünyada bulunuşunun anlamına dair olduğu için merkezi önemdedir. Dolayısıyla Tanrı-insan ilişkisinin nasıl kurulduğu hem kelam hem de felsefenin nirengi noktasını oluşturmaktadır.
Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin kurulması, birkaç yolla mümkün olacaktır. Ya insan Tanrı’nın katına çıkacak ve Ondan direkt mesajları alacaktır. Ya da Tanrı bir şekilde insana nüzul ederek böyle bir ilişki kurulacaktır. Nitekim Tanrı, insanın bu anlama çabasında onu kendi başına bırakmamış ve aracılarla insana ulaşmıştır. Tanrı ile insan arasındaki mahiyet farkı, Tanrı ile insan arasında bir “açıklık” da bırakmaya devam eder.
Yetkin Düşünce dergisinin son sayısında, Tanrı-insan arasındaki ilişkide krizden bahsederken şöyle bir betimleme yapmıştım. Tanrı-insan ilişkisi iki boyutlu olarak düşünülmelidir. Birincisi, Tanrı’dan insana gidiş. İkincisi ise, insandan Tanrı’ya gidiş. Bu boyutlar bir seyrü seferin iki güzergahını belirler ve Tanrı-insan ilişkisinin sağlıklı kurulabilmesi için her iki güzergahtaki seferin tamamlanması gerekmektedir.
Betimlememizi açıklamaya çalışalım. Ortaçağ denilen dönemde dünya, evren ve insan Tanrı merkezli olarak tanımlanmaktaydı. Her şey Tanrı’ya göre anlam ve konum bulmaktaydı. Biz bunu Tanrı-insan ilişkisinin birinci güzergahı olarak tanımlıyoruz; yani Tanrı’dan insana doğru bir gidiş. Geleneksel düzen tam da böyle bir anlayış üzerine konumlanmaktaydı. İslam düşüncesi de temeli itibarıyla Tanrı-merkezli bir evren, insan ve dünya görüşü üzerine dayanmaktaydı. İnsan, Tanrı’nın yaratımına muhatap olmuş bir varlık olarak görülmüş, dünyaya indirilmiş ve dünyada belirli bir misyonla görevlendirilmişti.
Kilisenin kurduğu hegemonya ve tahakküm ilişkileri, gayet tabii bir şekilde Tanrı-insan ilişkilerini yeniden tartışmaya açtı. Din adamlarının tahakkümü, Tanrı’ya da yansıtıldı. Descartes, Spinoza gibi filozofların yaptıkları bir boyutuyla belirtilen handikapı aşmaya yöneliktir. Nitekim Spinoza Tanrı’nın aşkın karakterini sonlandırmakta, Onu yeryüzüne yayarak flulaştırmaktadır. Descartes ise modern dünyanın paradigmasını oluşturması açısından önemlidir. O, varlığın merkezine kendisini koyarak, insan merkezli bir evren anlayışına geçişi betimlemekteydi. Descartes’ın yaklaşımı, Tanrı-insan ilişkisinin ikinci güzergahını yani insandan Tanrı’ya doğru gidişi temsil etmektedir.
Bugün de dünyada yaşanan birçok olaylar, tahakküm, çatışmalar Batı düşüncesinde olduğu kadar İslam düşüncesinde de Tanrı-insan ilişkisini yeniden tartışmaya açıyor. Açık ve örtük biçimde Tanrı’dan insana doğru gidişin; bunun üzerine kurulu bir kelamın sorun ürettiğini düşünenler, yeniden insandan başlamak gerektiğine dair önerilerde bulundular. Sorunun bir başka boyutu da, fenomenler dünyasında Batı’nın egemen olması ve Batı düşüncesinin geliştirdiği tabii ve insani bilimlerdeki birikimlere, bu birinci güzergah yolculukla yetinenlerin ilgisizliğidir. Bu handikapları aşmak üzere İslam düşüncesinde, eksik olan tabiat ve antropolojiye dikkat çekmek üzere yeniden insandan başlamak gerektiğine dair bazı öneriler geldi. Bu öneriler de aslında Tanrı-insan ilişkisindeki seyrü seferin ikinci güzergahını vurgulamış oldular.
Fakat biz Tanrı-insan ilişkisindeki seyrü seferin sadece Tanrı’dan insana ya da sadece insandan Tanrı’ya olan güzergahıyla yetinmenin problemi halletmeyeceğini düşünüyoruz. Tam da bu sebeple, hem dinsel fundamentalizmleri aşmak hem de Batı’nın başını çektiği sömürgecilik ve çatışmadan kurtulmak için, her iki güzergahtaki yolculuğun tamamlanması gerektiğini öneriyoruz.