İnsan, şehir ve kabartma tozu.
Tabiatın tabii hali bir kenara bırakılıp insanın içinde sinsice bekleyen günahkâr tekrar ortaya çıktığından beri tabiat da insan da huzur yüzü görmüyor. Çeşitli formlara sokulmuş, garip geometrik şekiller verilerek bodurlaştırılmış, topraksız yetişebilen domatesler, modern tabirle ‘ıslah’ edilmiş bitkiler ayrık otu kadar olmayan dirayet ve karakterleriyle etrafımızı kuşatıyor. Müşâhede yolunun önüne yapay bir perde çekiliyor.
Müşâhede etme yeteneğine
sahip yegâne varlıklar olarak artık ne ağacı, ne kuşu ne de yıldızları görebiliyoruz.
İnsanın içinde değerli bir tevarüs olan müşâhede etme yeteneği, etrafımızı
kuşatan türlü türlü araçlarla; bilim, teknoloji, popüler olan ve ‘vitrin’ler
üzerinden yok edilmeye çalışılıyor. İşin uzmanları, yaptıkları bilimsel
çalışmalarla sadece göstermek istediklerini göstermenin türlü türlü yollarını
buluyor. Yaradan’ın görmemizi istediklerini neden göremediğimizi sorgulamamak,
bize pahalıya patlıyor: şehirlerimiz, kentlere dönüşürken biz de niçin var
olduğumuzu unutuyoruz.
“İnsan, nisyanla
maluldür” denilse de unutmak, insanın kendini yitirmesine sebep oluyor. Yitirmiş
olmanın doğasında ‘aramak’ olduğundan, bir zorunluluk olarak yolculuğa çıkıyoruz.
Kendimizi bulma amacıyla çıktığımız bu yolculuklar, bırakın kendimizi bulmayı,
var olduğumuz kadarlık kısmımızı da kaybetmekle sonuçlanıyor. Kentleşme, bu
kaçınılmaz sonu oldukça kolaylaştırıyor. Başlı başına bir dönüşüm, bir öğütme
makinesine dönüştürülen kentler; keşmekeş, stres, huzursuzluk üretiyor. Daha çok
hız, daha çok tüketmek ve ambalaja önem vermek, kent insanının karakteristik
özelliği oluveriyor. Bu özellik, kent insanının ‘istidatlı bir ürün’ olarak hep
el üstünde tutulmasına sebep oluyor.
Önce öğütülen sonra
dönüştürülen insan, kendisini toprağa bağlayan iplerden kurtulunca (!) kent,
cazibeli tek alternatif oluyor. Fakat cazibenin çekiciliği, insanı duygularıyla
hareket ettirip hata yapmasına da vesile oluyor. Üzülüyor insan. Üzüntünün en acı
tarafını, insanın tabiattan kopartılan yanı hissediyor. Kentle birlikte başkalaşım
geçiren insan, vücuduna zerk edilen aşırı dozda kabartma tozunu fark edemiyor.
Günah defterimiz bu hissizleşmenin
etkisiyle daha çok kabarmaya başlıyor. Nihayetinde içimizdeki kabartma tozları,
kalbimize de sirayet ediyor. Orada ambalaja, içerisindeki üründen daha fazla önem
veren yanımızla birlikte bizim ‘büyük ve yağlı müşteri’ olarak adlandırılmamıza
neden oluyor.
Önce şehirleri kaybediyor
sonra müşahede iştahımızla beraber tabiatla olan bağımız da acımasızca kopartılıyor.
Kentlerin şaşaalı ışıkları, eğlence mekânları, AVM’leri, gösterişli binaları
iyi bir ambalaj malzemesi olurken nefes alacak yeri kalmayan toprak ve ondan beslenen
avenesi görmezden geliniyor. Toprak homurdanmaya, gökyüzü kararmaya, denizler
yükselmeye başlıyor. Anlamıyoruz belki fakat her biri kendince bir sinir
boşalması yaşıyor.
Bu nedenle tabiatla insan
arasına örülen kalın duvarlar yıkılmalı. Ne inşa edilirse edilsin tabiat öncelikli
olarak göz önüne alınmalı. Tabiat, tahakküm edilecek bir öge olarak değil;
sevginin, merhametin, dirilişin, alçakgönüllülüğün, yardımlaşmanın en saf
halinin görülebildiği, bir nimet olarak görülmeli. İşte bunu başarabilirsek
kentlerin yok ediciliğinden, şehirlerin hayat dolu sokaklarında koşabilir ve kendimizi
de şehrimizi de yeniden imar etmeye başlayabiliriz.