Dolar (USD)
34.42
Euro (EUR)
36.27
Gram Altın
2834.30
BIST 100
9389.62
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
02 Mart 2023

İnsan, şehir ve kabartma tozu.

Tabiatın tabii hali bir kenara bırakılıp insanın içinde sinsice bekleyen günahkâr tekrar ortaya çıktığından beri tabiat da insan da huzur yüzü görmüyor. Çeşitli formlara sokulmuş, garip geometrik şekiller verilerek bodurlaştırılmış, topraksız yetişebilen domatesler, modern tabirle ‘ıslah’ edilmiş bitkiler ayrık otu kadar olmayan dirayet ve karakterleriyle etrafımızı kuşatıyor. Müşâhede yolunun önüne yapay bir perde çekiliyor.

Müşâhede etme yeteneğine sahip yegâne varlıklar olarak artık ne ağacı, ne kuşu ne de yıldızları görebiliyoruz. İnsanın içinde değerli bir tevarüs olan müşâhede etme yeteneği, etrafımızı kuşatan türlü türlü araçlarla; bilim, teknoloji, popüler olan ve ‘vitrin’ler üzerinden yok edilmeye çalışılıyor. İşin uzmanları, yaptıkları bilimsel çalışmalarla sadece göstermek istediklerini göstermenin türlü türlü yollarını buluyor. Yaradan’ın görmemizi istediklerini neden göremediğimizi sorgulamamak, bize pahalıya patlıyor: şehirlerimiz, kentlere dönüşürken biz de niçin var olduğumuzu unutuyoruz.

“İnsan, nisyanla maluldür” denilse de unutmak, insanın kendini yitirmesine sebep oluyor. Yitirmiş olmanın doğasında ‘aramak’ olduğundan, bir zorunluluk olarak yolculuğa çıkıyoruz. Kendimizi bulma amacıyla çıktığımız bu yolculuklar, bırakın kendimizi bulmayı, var olduğumuz kadarlık kısmımızı da kaybetmekle sonuçlanıyor. Kentleşme, bu kaçınılmaz sonu oldukça kolaylaştırıyor. Başlı başına bir dönüşüm, bir öğütme makinesine dönüştürülen kentler; keşmekeş, stres, huzursuzluk üretiyor. Daha çok hız, daha çok tüketmek ve ambalaja önem vermek, kent insanının karakteristik özelliği oluveriyor. Bu özellik, kent insanının ‘istidatlı bir ürün’ olarak hep el üstünde tutulmasına sebep oluyor.

Önce öğütülen sonra dönüştürülen insan, kendisini toprağa bağlayan iplerden kurtulunca (!) kent, cazibeli tek alternatif oluyor. Fakat cazibenin çekiciliği, insanı duygularıyla hareket ettirip hata yapmasına da vesile oluyor. Üzülüyor insan. Üzüntünün en acı tarafını, insanın tabiattan kopartılan yanı hissediyor. Kentle birlikte başkalaşım geçiren insan, vücuduna zerk edilen aşırı dozda kabartma tozunu fark edemiyor.

Günah defterimiz bu hissizleşmenin etkisiyle daha çok kabarmaya başlıyor. Nihayetinde içimizdeki kabartma tozları, kalbimize de sirayet ediyor. Orada ambalaja, içerisindeki üründen daha fazla önem veren yanımızla birlikte bizim ‘büyük ve yağlı müşteri’ olarak adlandırılmamıza neden oluyor.

Önce şehirleri kaybediyor sonra müşahede iştahımızla beraber tabiatla olan bağımız da acımasızca kopartılıyor. Kentlerin şaşaalı ışıkları, eğlence mekânları, AVM’leri, gösterişli binaları iyi bir ambalaj malzemesi olurken nefes alacak yeri kalmayan toprak ve ondan beslenen avenesi görmezden geliniyor. Toprak homurdanmaya, gökyüzü kararmaya, denizler yükselmeye başlıyor. Anlamıyoruz belki fakat her biri kendince bir sinir boşalması yaşıyor.

Bu nedenle tabiatla insan arasına örülen kalın duvarlar yıkılmalı. Ne inşa edilirse edilsin tabiat öncelikli olarak göz önüne alınmalı. Tabiat, tahakküm edilecek bir öge olarak değil; sevginin, merhametin, dirilişin, alçakgönüllülüğün, yardımlaşmanın en saf halinin görülebildiği, bir nimet olarak görülmeli. İşte bunu başarabilirsek kentlerin yok ediciliğinden, şehirlerin hayat dolu sokaklarında koşabilir ve kendimizi de şehrimizi de yeniden imar etmeye başlayabiliriz.