İnsan krizi 2
Tanrı-insan ilişkisi, geniş uzanımları dikkate alındığında çok boyutlu olarak incelenmesi gereken bir konudur. Geçen haftaki yazımızda, giriş mahiyetinde bir çerçeve çizmiştik. Şimdi esas probleme gelelim.
Dünya, evren ve insana bakışta iki farklı perspektif ve bunlara dayalı bir kozmolojiden bahsetmek mümkündür. Bunlardan ilki, Tanrı merkezli bir evren ve dünya görüşü. İkincisi de, insan merkezli bir evren ve dünya görüşüdür. Tahmin edilebileceği üzere dinler, Tanrı merkezli bir insan ve dünya görüşü içinde yer alırlar. Modern dünya ve birçok ideoloji ise insan merkezli bir dünya görüşüne dayanırlar.
Burada bir yanlış anlamayı da düzeltmeliyim. Bazıları "insan merkezli" derken, belediyelerin "insan merkezli bir anlayışla hareket edeceğiz" şeklindeki sloganları çerçevesinde "insana hizmet" gibi bir şey anlamaktadırlar. Halbuki bizim "Tanrı" ya da "insan" merkezlilik ile kastettiğimiz şey, hakikatin kaynağının kim olduğu şeklindeki bir soru ile ilintilidir.
Esasen insan, oluşumunda kendisinin müdahil olmadığı verili bir dünyada yaşamaktadır. Dolayısıyla Tanrı merkezlilik, insan, dünya ve evrene dair hakikatin kaynağının Tanrı olduğu iddiasıyla yola çıkar. Temelde dinler, Bu bağlamda Tanrı-insan ilişkisini inşa ederler.
Burada bizim sorun ettiğimiz şey de, Tanrı-insan ilişkisinin hangi dengede kurulması gerektiğine dairdir. Ortaçağ Avrupası'nda kilisenin hegemonyası, gündelik hayatta Tanrı adına kilisenin bir despotizmini getirirken, insanı korunaksız bırakmış ve ezmişti. Tam da buraya bakarak, Batı'da modernliğin yaptığı önerileri daha iyi anlayabiliriz.
Modernlik de insan merkezli bir anlayışı getirerek, dünyayı bunun üzerine inşa etmeyi denedi. Descartes, epistemenin merkezini dış dünyadan sujeye doğru taşıdı. Kant ise ortaya koyduğu kategoriler ile bunu iyice sistemleştirdi. Böylece dış dünya bir malzeme olurken, gerçeklik onların zihinde sistemleştirilmesiyle ortaya çıkıyordu.
İnsan merkezli anlayış, bazı başarılar elde etmekle birlikte, oluşumunda müdahil olmadığı bir dünya ile ilgili yarattığı gerçekliklerin, insanın ve evrenin gerçekliğiyle uyuşmadığı gelinen noktada daha iyi anlaşıldı. Çünkü, insanı hedefsiz ve gayesiz bir şekilde ortada bıraktığı gibi, göreliliğe hapsetti. Bu da açıkçası yatay düzlemde daha çok çatışma, despotizm üretti. Şu anda insan ontolojik bir güvenlik sorunu yaşıyor.
İslam açısından meseleye iki boyutlu bakmalıyız. Birincisi, idealde İslam, en başta tevhid inancı ile insanı özgürleştirmekte, Tanrı-insan ilişkisini de belirli bir ahlakilik üzerinden inşa etmektedir. Buradaki temel hedef te, insanın ezilmişliğine, horlaşnışlığına ve köleleliğine bir son vermektir.
Fakat ikinci noktada yani pratiklerde problem vardır. Bugün müslümanlar "nasıl bir Tanrı-insan ilişkisi inşa etmekte ve insanın özgürleştirmekte midir?" sorusuna çok başarılı bir yanıt verememişlerdir. Gündelik hayattaki üretimlerde bunu net bir şekilde görebilmekteyiz.
İnsan bugün ciddi anlamda korunaksızdır. Bunun karşısında İslam'ın ontolojik güvenlik alanını işleyecek yerde, daha çok tuhaf bir şekilde Tanrı'yı korumaya çalışan bir anlayış kendisini göstermektedir. Halbuki, Tanrı'nın değil, insanın korunmaya ihtiyacı vardır.
Bugün müslüman toplumlarda insan hakları konusunda oluşturulmuş bir metin yoktur. Aslına bakılırsa ihlaller de çoktur. Biz bu cümleyi kurduğumuzda "Batı'nın sömürgesi var" şeklinde itiraz gelmektedir. Batı'nın sömürgeci olduğunu reddediyor değilim ama bu, bizim "insan" konusunda iyi olduğumuzu göstermiyor. İnsan hakları ihlallerinde de, herkes Batı'yı referans olarak gösteriyor ve oradaki mahkemelere müracaat ediyor.
Hasılı bir insan krizi yaşamaktayız.