İnsan kalmak
İnsan doğmak irade dışı bir hediye, insan kalmak ise doğrudan yorgunluk gerektiren ciddi bir mücadeledir. Mesele insan doğmakta değil insan olmakta, insan kalmakta ve başı ne kadar sıkışırsa sıkışsın insan olmaktan vazgeçmeme iradesinden taviz vermemektedir… Söylemesi kolaydır belki ya, üstesinden gelmesi zordur bu meselenin. Ne ki çağdaş dünyanın bütün caddeleri, bütün sokakları, bütün daireleri, bütün ilişkileri, bütün kurumsallıkları, bütün zihniyetleri ve bunların bireyin burnundan içeri soktuğu araçların her biri, insan kalmanın düşmanları olarak aşama aşama, her gün, her an, her saniye dans ederek bizi kendine çağırıyor. İnsanlığımızı bırakarak yaşamamızın ayartıcıları o kadar çok ki…
Mitolojik metinlerde, kadim Doğu bilgeliği yazıtlarında ve hatta Allah kelamında yığınla misal göstermektedir ki hayvanın insanlaştığı görülmemiştir ya, insanın hayvanlaştığına defalarca şahit olunmuştur. Taş kesilen insan figürleri, insana dönüşen taş figürlerinden daha inandırıcıdır. Hayvan insanlaşmaz insanlaşmasına da insani bazı vasıflar taşır, içgüdüsel olarak insan oluşun nice güzel fiillerini ortaya koyar. Paylaşmayı bilir mesela, kendini ve sevdiklerini korumanın üstesinden gelmek için didinir. Oradan buradan topladığı börtüböceği yavrularına taşıyan kuşlar değildir sadece, arslanlar ailesinden kurt familyasına kadar hemen her hayvan paylaşmaya son derece değer verir.
Mesele gerçekten insan olmanın ve insan kalmanın yolarını aramada, bulmada ve uygulama sahasına koymadadır ne kadar zor olsa da... Bilmek yetmez ayrıca, yapmak da gerekir. Düşüncelerimiz kadar, hatta biraz daha fazla, eylemlerimizdir çünkü yaşanmışlığı kadere dönüştüren ve yazık ki müdahale etmek yerine hep içimizden yardımına koşuyoruz insanların. Yazık ki kötülüğü benimsemiyor ama kötülerin karşısında durma cesareti de gösteremiyoruz. Yazık ki zulmü alkışlamıyor ama durdurmak için harekete de geçmiyoruz. Yazık ki kınamakla yetiniyor, mücadelenin, savaşın içine girmeye bir türlü cesaret edemiyoruz. Açlara üzülüyoruz, cebimizdekini onunla paylaşmaya yanaşmıyoruz. Cahilliğe üzülüyor, tekelimizdeki bilgiyi karşılıksız paylaşmayı reddediyoruz. Adaletsizliğe üzülüyor, sıra bize gelince biraz daha fazlasını istiyoruz. Konuşuyoruz, çok konuşuyoruz, sıra iş yapmaya geldiğinde yerimizden bir santim kıpırdamıyoruz. Söylemek kolay, yapmak zordur. İnsan kalmak ile ondan uzaklaşmak arasında çok ince bir çizgi var: Birincide içindeki doğruluk ışığı yanar yanmaz harekete geçersin, ikincide ise o ışık yana dursun, yanından geçer gidersin… Genellikle insan olduğumuzun garantisi düşündüklerimizden ziyade yaptıklarımızdır. Ne kadar ulvi bir öz taşırsa taşısın, tahayyüldeki iyilik dışarı çıkıp ete kemiğe bürünmediği sürece insani özün boynu hep bükük kalacaktır.
İlk ne zaman, kimin tarafından bulunmuş bilinmez ya olabildiğince sevimlidir insan olmak tabiri… İnsan doğduktan sonra olmanın farklı cenderelerinden geçmek; acemiliklerini, fazlalıklarını atmak, tanımak, bilmek ve hafifliğin sınırlarına, sırlarına ermek her babayiğidin harcı değil öyle. Hele bir de çıkarlarımıza dokunursa gerçekler, onu elimizin tersiyle itmelerimiz; hele bir de parmağımızı incitirse gerçekler, başkasının kolunun kopmasına razı olmalarımız…
Elbette bütün canlılar doğdukları zaman ait oldukları türün olağan vasfını taşımaz. Bunun için zaman, biraz da emek gerekir ya, insan söz konusu olduğunda zaman ve emeğe iyi niyetin de eklenmesi lazım. Çünkü insan iradesi, varoluşunu sadece cismaniyetine değil aynı zamanda ruhaniyetine de borçludur. Bu ikisinden biri eksik kaldığında, özellikle -beden iradenin elbisesi olduğu için- ruh kısmı tahkim edilmediğinde "oluş" muradına ermez. Hayvanlarda biraz da gövdeye sıkışmıştır ruh, insanda biraz daha gövdeden azadedir ve bunun bir manası var.
Bedenin beslenmesi bedeni, ruhun beslenmesi ruhu kuvvetlendirir. Bedenin açlığı bedeni, ruhun açlığı ruhu zayıf düşürür. Her ikisi de bünyesine uygun olanla güçlenir, olmayanla zayıflar. Zayıflık doğanın biçimsizleşmesidir. Ruh zayıflığıysa büsbütün kokuşmaya, çürümeye delalet eder… Bir de bunları parlatan şeyler var. İnsan bedenini güzel elbiselerin, insan ruhunu güzel ahlakın parlatması gibi… Şimdilerde güzel elbiselerin türevleri artarken ruhu parlatmanın ilkeleri hızlıca tekdüzeleşiyor ve insan kalmanın imkanları gittikçe daha bir silikleşiyor.
Somut, gözle görülür, daha kolay tanımlanabilir olduğundan bedene özgü ikameler kolay; soyut, gözle görülmez ve tanımlanması güç olduğundan ruha özgü tahkimat zordur. Birkaç öğünlük açlık, bedeni geçici süreliğine zayıflatır ve kuvvet de birkaç öğünle eski haline gelir. Birkaç öğüt bir ruhu sağlığına kavuşturmaz, birkaç iyi eylemle bir kader anında iyiye evrilmez.
Ruh işçiliği beden işçiliğinden daha çok emek ister ve öyle görünüyor ki yeni uğraş alanlarının bacalarından duman yükselirken ruh fabrikalarının bacaları çoktandır tütmüyor. Modern devletin de modern toplumun da bütün tasarrufları görünür olana yönelik ikame edilmiş ve yazık ki gövdelerinden ruhları görünmüyor insanların… İnsanlardan insanlığın görünmediği bir çağa girmiş gibiyiz… Ve buna sebebiyet veren de her kötülük karşılaşmasında harekete geçmek yerine onu seyretmeyi tercihten başka nedir? İnsan kalmak ile ondan uzaklaşmak arasındaki ince çizginin nedeni biraz da; haksız olduğu halde kötülüğün tereddütsüz cesareti, haklı olduğu halde iyiliğin tereddüde bulanmış korkaklığı değil mi?