İnnehu Min Suleyman
Yıl, 1969.
Duyduğum günden beri unutmadığım, anısı bende sürekli canlı kalmış bir ayeti kerime.
Rahmetli babamın mütevazi camii içi medresesinde bir tefsir dersiydi. Babam faqilere (bizim burada medresede eğitim gören öğrenci/tilimize 'feqi' derler) tefsir dersi vermiş, ders sonrası mütalaa yapıyorlardı.
Fakiler kendi aralarında bu ayeti hararetle tartışıyorlar: Belkis'e gönderdiği mektuba Süleyman (as) mı ismini önce yazmıştı, yoksa Belkis mi heyetine mektupla ilgili malumat verince önce Süleyman'ın adını, sonra besmeleyi anmıştı' tartışması vardı, yorumlar havada uçuşuyordu.
Tabi, yazımızın konusu tefsir ve anılarım değil. Ancak bana bugün itibariyle haftada bir gün yazma imkanı sunan Milat Gazetesindeki ilk köşe yazıma içinde besmelenin de bulunduğu bir ayetle ve dolayısıyla anımla başlamak istedim.
İlk yazım, Türkiye sınırlarını çok yıllar önce aşan, cumhuriyetle yaşıt olan Kürt sorununun çözüm süreciyle ilgili.
Hani birilerinin 2 yıldır 'başbakan milliyetçileşti, çözmek istemiyor' dedikleri Kürt sorunu.
Şu, başbakanın on yıldır hiçbir şey yapmadığı! Kürt sorunu.
Kabul edelim ki başbakan hepimizi kontrpiyede bıraktı. Kimi 'kardeşler'in "başbakan milliyetçileşti" yaftasına kendimizi o kadar kaptırmıştık ki, başbakanın 'cumhurbaşkanlığı seçimlerinde milliyetçi oyları almak için Türkçülükte MHP'yle yarıştığına, yarışacağına' inandık.
Neymiş, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan ilk turda % 50'nin üzerinde oy almalıymış. Kim alacak o almazsa?
E. Ülkü Tarhan mı alacaktı?
Yoksa Oktay Vural mı?
Belki de A. Latif Şener!?
Yok daha neleru2026
Herkes kendi çapınca düşünür, öngörüsünce yorumlar.
Son süreçle ilgili 'kaygılarımız' da bu minvalde. 90 yıllık fotoğrafı bir kenara bırakıp son birkaç aylık gidişatı baz alarak Kürt sorununa yaklaşıyoruz ve tabi ki sığ oluyoruz. Değilse eğer, şimdiye kadar bir tek kaygımız olmalıydı; ölüyoruz, her gün, her hafta, her ay, her mevsim, her yıl... otuz yıldır ölüyoruz.
Bakın,
Kayıplarla beraber altmış bin insanımızın hayatına mal olan "düşük yoğunluklu bir savaş" yaşadık bu otuz yılda. Ve bu sayıyı otuz yıla böldüğünüzde yılda ortalama iki bin insanımız öldürüldü, iki bin ocak söndü, 2000 annemizin yüreğine kor düştü her yıl.
Bir hesap daha,
5 yıllık ateşkesi saymazsak 25 yıl ve altmış bin insan kaybı;
Demek ki her gün 7 insanımızı kaybetmişiz. Yani 25 yıl boyunca her gün annelerimizin yüreğine kor düşürüp ciğerlerini yakmışız.
Annelerin yüreğine nasıl kor düşer bilir misiniz? Nasıl yanarmış anne yüreği?
"Her saniye gözlerimin önünde, her saniye aklımda, her saniye nefesimde yavrum. Paramparça ciğerim, dünyanın bütün fırınlarını yüreğimde yakmışlar; dayanamıyorum, doyamadım yavruma, yutamıyorum, kum torbasından düğümler boğazımda, su bile kaya kütlesi gibi yutamıyorum. Öyle bir yangın ki günde yüz kere imdaaat! diye bağırasım geliyor. Allah'ım, düşmanıma, kurda-kuşa bu acıyı verme ne olur" diyen annenin yangına dönüşmüş yüreğini bilir misiniz?
Başbakan Erdoğan bu yangınlar alemine suyun ve sulhun yegane Sahibinden çare taşımaya çalışıyor. Ama bir farkla,
Erdoğan su taşıdığı testinin yolda dökülmemesine ve su taşıdığı kabın/testinin dibinin elek gibi delik deşik olmamasına özen gösteriyor. Zira daha önceleri sözde barış adına elimize kalbur verip annelerin yüreğine su taşıttılar da bu su çocuklarımızın kanının rengini almıştı.
Şimdi,
Erdoğan kendisinin, çocuklarının, yakınlarının, dostlarının hayatını riske ederek hepimizi alabora edecek şekilde ebedi kardeşliğin gereğini yapmaya gayret gösteriyor.
Başta söylemiştim, buna hazır olmayan bizlerdik.
Tayyip Erdoğan'ın ülkedeki milliyetçilerin de başbakanı olduğunu düşünmeyenlerimiz vardı.
Başbakan Erdoğan'ın şehit annelerinin de, çocuğu dağda ölen annenin de başbakanı olduğunu düşünmemizi engelleyen hiçbir mazeretimiz yoktu. Sayın başbakanın bu kederli annelerin acılarını hissettiğini ve bu sebeple anneleri incitmemeye gayret ettiğini de düşünmedik. Hamasetin barışı kaç kere sabote ettiğini bilmiyor olamazdık.
Örneğin Habur süreci.
Bu süreç hamasete yenik düşüp ertelenmeseydi şimdi yüzlerce evladımız yaşıyor olacaktı. İşte bu olup bitenleri yaşayan, bir daha aynı akıbeti yaşamak istemeyen başbakana 'Ak Parti'yi MHP'lileştirdi' dediler sıkılmadan.
Pek çok konuda olduğu gibi Kürt sorununda da Türkiye Cumhuriyetinin 82 yıllık ezberini bozan başbakan için "Erdoğan milliyetçi oylara oynuyor" dediler. Bu yetmeyince "yok yok, zaten bilinçaltındaki Türkçülük dışa vurmuş da onun için şahinleştiu2026" dendi. Erdoğan şahinleşmemişti, bunu da pekala biliyorduk, ayrı bir yazıda ele alacağım gibi, Erdoğan 'dindar gençlik' arzusunu dile getirdiği günden itibaren dengesini kaybedenler oldu.
Erdoğan büyük düşünüyor, "hedef 2023, 2071" derken laf olsun diye söylemiyor, inanın.
Türkiye artık eski Türkiye olmayacak. Artık devlet değil, insan değerli olacak. Türk'ün Türk, Kürd'ün Kürt, Çerkez'in Çerkez olarak kalacağı bir Türkiye olacak. Artık 'hepimiz biriz' yalanından kurtulup, 'hepimiz birlikteyiz, beraberiz, kardeşiz' diyeceğiz.
21. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Türkiye dünyada çok farklı bir konumda olacak. Bu farklılık 'damarlardaki asil kan'la alakalı olmayıp, 'iman dolu göğsü'nden neşet edecektir.
Hele bir Kürt sorununu hakkaniyete uygun, 942 yıllık beraberliğe yaraşır bir şekilde çözelim, o zaman görsünler Fatih'in torunlarıyla, Salahaddin'in torunlarını...
Selam olsun.