İnce şeyler
Kahvesini içmemiş, belki nicedir kitap okumamış, türkü söylememiş, birine sarılmamış ya da henüz baharı karşılayamamış. Bana, uzun zamandan sonra duyururken sesini “insanlara karşı neden bu kadar tahammüllü ve nazik olduğumu” soruverdi. “Nereden vardınız bu kanıya?” dedim. Cümlelerimin üst bir dili, sevgiyi ve hoşgörüyü işaret ettiğini ve bunun istismar edilebileceğini söyledi. Daima sabırlı olmadığımı ve olamayacağımı anlatmaya çalışırken o, ısrarla zamanın nezaketi kaldıramayacağından bahsediyordu. Sözlerimiz inatçı olunca cümleler de anlamsız boşluklara düşüyordu. İncinmedim fakat kısa süre sonra, onunla bu konuda ortak bir gönül dili kullanamayacağımızın idrakiyle mevzudan ayrıldım… En azından “muhatap”, “hitap” ve yaklaşım” konusunda ciddi bir görüş ayrılığı içindeydik.
Çok mu sarsılmıştı, çok mu kırgındı, zeki miydi; saf mıydım, hayatı ve insanları hâlen tanıyamadığımı mı düşünmüştü, hayatı ve insanları hâlen tanıyamamış mıydım? Doğru sorular bunlar değildi. Hayata ve insana onun gözleriyle dokunduğumda bir üslûp değişikliğine mi gidecektim, gitmeli miydim; gecenin kalbinde bile meşgul etti kalbimi…
Yaşayınca ya da yanından geçince düşünüyoruz ancak. Farklı yorumlarını duyuyor, üzerinde durmuyoruz. İnsanlardan ciddi zararlar gördüğünü mütemadiyen söyleyenler, zarar gördüklerine kapı kapatmakla kalmıyor, hayata ve insana karşı da tavır alıyorlardı. Sonra satır araları, sohbetler, dilin sözü taşıdığı mecralar hep bu kırgın tavrın izdüşümleri ile doluyordu. Kırılan, kendisini kırmayana ve kırmayacak olana da hırçınlaşıyordu. Niçin? Peşinden sürüklediği kötülüklere rağmen yaşamın bir güzelliği, bir ahengi, büyüsü yok muydu ve bu yanlarıyla o, nezaketi hak etmiyor muydu? Allah Resulü mensubu olduğu nezaket diliyle inşa etmemiş miydi merhamet çağını?
İncinmişliklerimizi bahane ederek ne çok geçip gidiyoruz yanından inceliklerin… “Hangi insanın hayallerine kurşun değmemiş, hangisi vurulmamış umutlarından?” sorularını ne kadar az soruyoruz kendimize… Bilmeden, görmeyi bile denemeden ne kadar çok tekrarlatıyoruz “benim acım senin acını döver, yaşanmışlığım senin yaşanmışlığını geçer” nakaratını içimize… Sükûtun getirdiği sanı… Ellerinde sebepler, hırçın ve huysuz sözler.
Her gün bir parça daha anladığımız doğru; insanlar, kitapların ve gönüllerimizin onları koyduğu yerde değiller. Hakikatleri ile muhayyilemizden çok uzaktalar. Ama belki biz de onların bizi görmek istedikleri yerden fersah fersah uzağız. Dışımızdaki hırçın rüzgârın etkisine kapılarak yağmur yağarken dua etmeyi, hazırladığımız tatlıdan komşumuza ikramda bulunmayı, gece başımızı yastığa bıraktığımızda eriyen bir gençlik için iki damla gözyaşı dökmeyi, elimizden düşen bir kitabı öperek yerine koymayı, kuşlara ekmek atmayı mesele görüyoruz yavaş yavaş, yorulan hâletimize yenik düşüyoruz. Bu inceliklerin insanlığımızın hülasası olacağını, insana baka baka unutturuyoruz kendimize. Sonrası, kendinde aradığını muhatabında bulamayan bir ruhun kavgası... Aslında çatışma, nefsine râm olan ânla, vicdanını kıblesi yapan vaktin arasında… Dünyanın ne olduğunu unutan dimağ ile, hakikat gemisine ulaşma telaşındaki hâletin içinde… Çatışma, dilin söylediklerini kalbin içselleştirememesinde. Sükûtla söz arasında; sükûtun kırılışında, söz için ısrarla bir emanet makamı aranmasında… Yolun dikkatle bakınca, yolcuya tuttuğu aynada…
Oysa içine bakmaya çalışmadan, içimize bakmalıydık. İçimize bakmayı başarabilse ve sabırsız davranmasaydık çektiğimiz her zahmetin bir rahmete kapı aralayacağını ve yaşarken hikmetini anlayamadığımızı görecektik. Algılamıyoruz duyarken, abes geliyor, eziyor; nice sonra dönüp de bakınca ardımıza bir “iyi ki” düşüyor gönül âleminden dilimize… O “iyi ki”lere varıncaya dek ıskaladıklarımız nerede?
İnşirah Sûresinde vaadi var Hakkın; “her zorluktan sonra bir kolaylık” buyuruyor. Yolu çileden hikmetle geçen azınlık dönüp dönüp okuyor. Okuyamayanlar özünü küstürüyor cana, kelâma, bahara…
Ey kalbim;
Sen o canı da, kelamı da, baharı da kendinde ara…
“kuş ölür, sen uçuşu hatırla.”
Selam ile