İnancımız zan üzerine bina edilmişti
İslami eserlerle tanışmayan bir insan doğal olarak gaybi meselelerde zannına göre hareket edecekti... “Bence!, kanaatimce! Zannedersem!...” gibi kelimelerle konuşmaya başlayacaktı...
İnançlarımız bu
şekilde zan üzerine bina edilmişti… Çünkü inanç esasları gaybla alakalı bir
konuydu ve bu bilgiler Kur’an ve hadislerle ancak öğrenilebilirdi... Aksi halde
zanla hareket edilmesi kadar doğal bir şey olamazdı:
-
Bu kemikler mi dirilecek? Hâşâ!
-
Kabirde neden azap olsun ki? Hâşâ!
-
Kur’an ayetleri geçmişlerin masalı!
Hâşâ!
-
Öldükten sonra hayat olamaz! Hâşâ!
***
İşittiğimiz
ezanlar, hacdan getirilen zemzem ve hurmalar, ramazan oruçları, bayramlar, Cuma
namazları İslam’ın şiarlarıydı…
İslam’ın şiarları
ve bütün dünyada Müslümanların ibadetlerinin çıkış merkezi Kur’an ve
hadislerdi… İki kitapta yazılanlar Müslümanları esir almıştı… Müslümanlar
hayatlarını o kitapta yazılanlara göre belirliyorlardı… Kur’an’ın konu ile
alakalı olan sayfasını açıyorlardı, malının hesabını yapıp bu hesabın bir
miktarını ihtiyaç sahiplerine vermelerini emreden bir ayet okuyorlardı… Bu
ayetin tafsilatını da hadislerden öğreniyorlardı… Ve başlıyorlardı kuruşuna
kadar mallarını saymaya…
Aynı kitap her
yıl hilali gördüklerinde bir ay boyunca iki ezan arası aç kalmalarını/oruç
tutmalarını emrediyordu… Ve Müslümanlar o ay geldiğinde eş zamanlı olarak aç
kalıyorlardı… Yemenlisi de, Rus’u da, Amerikalısı da, Asyalısı da…
“Bayram
edeceksiniz!” diyordu, bunlar da gökte asılı duran ay takvimine bakıp yeni elbiseler
giyerek bayram ediyorlardı…
Günde beş defa
belirlenmiş vakitlerde abdest alıp kitabın sahibinin huzuruna çıkılmasının
emredildiğini okuyanlar, işlerini bırakıp o namaz vakitlerinde kitabın
sahibinin huzurunda bir fidan gibi dikiliyorlardı… Hac vakti geldiğinde para
biriktirip uzun yolculuğa çıkıyorlardı… Gerektiğinde canlarını vermeye
hazırlardı… Neden? Çünkü kitapta o yazıyordu! Gerçekten de çok ilginç ve etkili
bir sahneydi…
-
Kitabın sahibini görmemişlerdi…
-
Kitaptakilerle amel etmediklerinde anında
cezalandırma tehdidi yoktu!
-
Bir de anlamadıkları halde kitabı
ezberliyorlardı…
Fakat her ne
hikmetse bu kitabın sahibini tanımaya çalışmamışlardı… O kitaplarda onlarca
ayette ve hadislerde Allah’ın isim ve sıfatlarından bahsedilmesine ve bu
kitabın ve bu dinin sahibinin tanınması gerekmesine rağmen sadece bazı
ibadetleri alıp bir kenara bırakmışlardı…
***
Gün geldi İslam
davetçileri bize yaradılış gayemizden bahsetti… Allah’a ibadet etmemiz için
yaratıldığımızı, bu dünyada, kabirde ve mahşerde sıkıntı çekmememiz adına
bizlere ayet ve hadisler ışığında nasihatler ettiler… Daha sonra helal ve
haramlar konusu masaya yatırıldı. Bizler de kabirde ve mahşerde sıkıntı
yaşamama adına kötü alışkanlıklarımızı terk ettik…
Bu kez
ibadetlerimizin anlam bulması adına inanç esaslarının önemini anlattılar.
Allah’a iman, meleklere, peygamberlere, kitaplara ve ahiret gününe imanı
anlattılar… Konunun önemini anlamıştık…
Allah’a imanı
anlatırken Allah’ın kalplere %100 hâkim olduğunu, dilediği gibi evirip
çevirebileceğini ve bu evirip çevirmenin nasıl olacağını, her saniye her şeyi
halden hale çevirecek güç ve kuvvetin tek sahibi olduğunu ve yaptıklarından da
sorguya çekilmeyeceğini her ne hikmetse hakkını vererek anlatmadılar…
Bıraktığımız
sakallar, bacılarımızın tesettürlü olmaları ve namaz kılmalarımızla her şeyin
tamamlandığını zannettik… Zina etmiyor, içki içmiyor, faiz yemiyor, domuz
etinden uzak duruyor, kumar oynamıyorduk… Yani büyük günahlardan elimizden
geldiğince uzak duruyorduk. Davetçi ağabeylerimiz, hocalarımız bizleri
cehaletin dibinden çıkıp hidayetin tam göbeğinde olduğumuzu zannettiler ve bize
de buna inandırdılar… Kısacası tehlike geçmişti…!