İnanç ve teslimiyet
İnanç, herhangi bir zorlama olmadan, içten ve samimi bir kabuldür. İmanlı olmak insanın en belirgin vasfıdır. İnancın en belirgin vasfı ise teslimiyet ve istikrardır. İnancın temel konusu ise tevhittir. Yani bir olan Allah’a imandır.
Allah Teâlâ işte bu en temel konuda dahi kulunu, sonuçlarına
katlanmak şartıyla inanıp inanmamakta serbest bırakmıştır. Buyuruyor ki; “Ey resulüm de ki; benim size
getirdiklerim, rabbiniz nezdinden indirilmiş bir hak ve gerçektir. Şimdi
dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin…” (bk. 18/29)
Burada Allah Teâlâ “inansanız da inanmasanız da
makbulümdür.” Demiyor. Bizi inanmaya teşvik ediyor. Çünkü asıl olan inanmaktır
zira Allah Teâlâ kullarını yanlış yönlendirmez. Biz kullarına kötü sonuçlara
sebep olacak emir ve tavsiyelerde bulunmaz. Burada ifade buyrulan husus,
karşılaşacağımız kötü sonuçların, bizim seçimimizle meydana geleceği hususudur.
Bu anlamda başka bir ayeti kerimede de buyuruluyor ki; “… dilediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı çok iyi görür.”
(bk.41/40)
Her iki ayeti kerimede de tehlikeye işaret ediliyor.
Dikkatimiz çekiliyor, uyarılıyoruz.
İmanın en belirgin vasfının teslimiyet ve istikrar olduğunu beyan
eden ayeti kerime de de şöyle buyuruluyor; “Rabbine
yemin olsun ki aralarında ki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da
verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı dahi duymadan tamamıyla teslim
olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/65)
Yani her türlü iş ve işlemde tek karar mercii Kuran ve onu
tebliğ eden peygamberdir.
İnanmış olmanın gerekleri vardır. Söz olarak “inandım” demek lazımdır ama yeterli
değildir. O inancın icabını yapmak gerekir.
Günümüzde yaşadığımız en büyük sorun işte bu noktada.
İnsanımız kimlik olarak Müslüman dininin icaplarına aykırı bir iş yaparken bile
“sen hangi dindensin ?” diye
sorsanız size çok kızar ve “ne demek
istiyorsun? Tabii ki Müslümanım” der. Bu çok önemli bir duygudur tebrike
şayandır. Fakat “yaptığın bu iş dine/İslam’a
aykırı” dediğinizde de bahane uydurmaya, özellikle de “artık günümüzde bunu uygulamak mümkün değildir” gibi laflarla
başlar inancıyla ve kendisiyle ters düşmeye.
Kimlik olarak Müslüman olan bu insan, inancıyla bağdaşmayan
işlerle karşılaştığında sorunları aşmak için de İslami bir çözüm aramaya
girişiyor ve tabii ki böyle bir çözümü bulmak da mümkün olmuyor. Çünkü İslam
nev-i şahsına münhasır (kendine özgü) bir sistemdir. Hayatı tüm müesseseleri
ile düzenler. Bir başka düzenin herhangi bir kurumunu kabul etmez plüralist (çoğulcu)
bir hukuk düzeni de İslam’la bağdaşmaz. Ama ne yazık ki bu memlekette dini de
referans göstererek böyle bir düzenin olabileceği yani dinin buna cevaz
verebileceği dahi konuşuldu. Hal bu ki Allah Teâlâ İslam’ı bütün kurum ve
kuruluşlarıyla ve bir bütün olarak göndermiştir. Çıkar yol onu özgün şekliyle
hayata geçirmektir.
BATIL İDDİALAR
Günümüzde seslendirilen bazı batıl, geçersiz, dayanaksız
iddialar var. Dinin bizden bir mükellefiyet istemediğini, geçmişte yaşananların
ise tarihte kaldığını söyleyerek insanımızı inancıyla ters düşürmeye çalışıyorlar.
Bunların bir takım yıkıcı etkileri de görülüyor. Giderek maddileşen dünya
hayatında özellikle gençlere yönelik algı operasyonları sergileniyor. Bu tuzağa
düşen bazı zihinler “meğer bugüne kadar
kandırılmışız, bu ibadetleri ve diğer birtakım mükellefiyetleri yerine
getirmesek te olurmuş” düşüncesine kapılıyor. Kişi bu haliyle sadece o
ibadet ve mükellefiyetlerden kurtulacağını zannetmekle kalmadığını, inanç
olarak da dininden uzaklaştığını düşünemiyor. Bu durum dışarıdan bakıldığında canlı
gibi görünen bir ağacın içinden çürümüş olmasına benziyor. Nesillerimizi,
inanan insanlarımızı bir takım sinsi planlarla inancından uzaklaştırmaya
çalışanlara karşı tez elden ve bütün gücümüzle tedbir almak zorundayız.
Gerekçesi ne olursa olsun kimsenin itirazına bakmadan neslimizi, insanımızı
korumalıyız.