İnanç iyi mi kötü mü?
İnsan tek boyutlu bir varlık olmadığından, onu oluşturan boyutları dengeli bir biçimde onun varoluşunda dolayısıyla gündelik davranış biçimlerinde iyi izlemek gerekir. Kur’an-ı Kerim’de Şems suresinde insanın “fücuru ve takvası” belirtilir ki, bu iki boyutu farklı alanlarda üretmek mümkündür. Nitekim ruh-beden, mana-madde, kutsal-profan, din-dünya.
İnsan gözünü dünyada
(dünyaya) açmış bir varlıktır. Dünyada yaşarken edindiği tecrübeler ve kesin
olarak yaşayacakları onda bir birikim oluşturur. Nitekim insan doğduğu gibi bu
dünyadan ayrılmaktadır. Bu bir gerçekliktir. Dinler bu gerçeklik karşısında
insanın geldiği ve gideceği yerle ilgili hikayesini anlatarak bu gerçekliği
anlamlandırmaktadırlar. Diğer yandan insanın yaşadığı dünyada akıp giden bir
hayat, arzular, hazlar, acılar vb. mevcuttur. Bu da fenomenal dünyanın içinde
yaşanan gerçekliklerdir. Dinler ve özelde İslam “dünya hayatı bir oyun ve
eğlenceden ibarettir” derken dünyada yaşananların gelip geçiciliğine vurgu
yapmaktadır. Aslında insan bu gerilim içinde yaşamaktadır. Buradaki en önemli
sorun da kişinin hayatına ve geleceğine bir anlam verebilmesi sorunudur.
Mircea Eliade “Kutsal ve
Dindışı” isimli kitabında meâlen kutsal boyutu olmayan insanın olmayacağını
vurgulamaktadır. Bunun anlamı; bütün insanlar bir şekilde inanca sahiptirler.
Burada “inanç” kavramını genel olarak bir konuda kanaati olma durumundan farklı
bir anlamda kullanmaktayım. İnanç kavramı dini anlamda “iman” da dahil olmak
üzere dünyaya, insana, tabiata ve evrene dair külli bir bakış açısı ve bu bakış
açısı çerçevesinde dünya görüşü ve davranışlar setini ihtiva etmektedir.
Dolayısıyla “inanç”
insanı belirleyen bir boyut olarak karşımızda durmaktadır. İnancın dünyaya
bakış, tavır alış ve uzun vadeli kendini inşa etme açısından olumlu boyutları
tabii ki vardır. Zaten “inanmak” insanın bir gerçekliğiyse, bunu yok etmek de
mümkün değildir. Esasen dinlerin “iman” dediği şey ise, evrene, insana ve
dünyaya dair bir gerçekliğin tespiti ve şahitliği anlamında külli bir kabulü
ifade eder. Tüm bunlara dayanarak inancı olmayan bir insanın olamayacağını
rahatlıkla söyleyebiliriz.
Analizlere dayanarak
inancın insan için bir metafizik yarattığını söylemeliyiz. İşte tam da bu
noktada insanın dünyadaki gerçeklik karşısındaki tavrı önem kazanır. Olması gereken
inancın külli (makro) bir bakış açısı kazandırmakla birlikte, insanın içinde
yaşadığı dünyanın olgusallığını dikkate alan davranışlar geliştirmesidir. Bu da
fenomenal dünyadaki temel ilke ve kuralları elde edebilmesiyle ilintili bir
durumdur.
Tabiatın kendi içerisinde
belirli ilkelere göre aktığı bilinmektedir. Tabiat kuralları olarak bilinen bu
ilkeler, gerçeklikler olarak işlemeye devam etmektedirler. İnsan sağlıklı bir
şekilde hayatını devam ettirmek istiyorsa, bu ilkeleri dikkate alarak yaşamak
durumundadır. Bu ilkeleri öğrendiği zaman da ona göre tavırlar alacaktır ve bu
ilkeleri öğrenebilmesi ilmi çalışmalarla mümkündür. Doğrusu hayatın tüm
alanlarında (toplum, ekonomi vb.) bu durum geçerlidir. Esasen tabiata bu
ilkeleri de Tanrı vermiştir.
Müslümanların temel
sorunlarının başında fenomenal dünyanın temel ilkeleri ve işleyiş biçimlerini
dikkate almaksızın, irrasyonaliteye kaymaları gelmeleridir. Tanrı İslam
inancında elbette dünyaya, tarihe müdahildir. Fakat mucizeleri hayatın içine
doğru yayıp genişletmek, Tanrı’dan olmayacak şeyler beklemek demektir. İnsanın
yaşadıkları olumsuzluklardan kurtulması öncelikle kendisine bağlıdır. “Çünkü bu,
bir topluluk kendisini değiştirmedikçe, Allah’ın onlara verdiği nimeti
değiştirmemesi sebebiyledir…” (8/Enfal, 75)