IMF'ye karşı olmak
International Monetary Fund (IMF) yani Uluslararası Para Fonu, İkinci
Dünya Savaşı’nın 1945’te bitişinden sonra yeni bir dünya düzeni
kurma zorunluluğundan doğdu.
Çünkü savaş döneminde savaşan tarafların
birbirlerinin ekonomilerini bitirmek için sahte paralarla parasal
değerlere saldırması finansal düzeni yıksa da esas neden
aslında savaşın tüm üretim gücünü topyekûn tahrip etmesiydi.
Batı’nın
büyük savaş makinaları; tank, silah, uçak, gemi ve daha bilumum ölüm silahları
üretmede oldukça mahir bir noktaya gelmiş olsa da bu üretim tercihi topluma
refah sağlayacak diğer üretim araçlarından vazgeçmek anlamına geliyordu.
Dünyanın İkinci Cihan Harbi'nde kaybettiği
80 milyon insanın getirdiği trajedinin yanında sadece salt ekonomik
düzlemde bakılacak olursa hem üretim hem de tüketim noktasında
ne kadar büyük bir boşluk oluştuğu kelimelerle dahi ifade edilemez.
Aslında yakın tarihimizde buna güzel bir
örnek de var.
Koronavirüs pandemisi nedeniyle dünyada toplam 6 milyon insanın öldüğü
bilgisi var.
Aşılamaların getirdiği yan etkiler ile
hastalığı geçirip de sonrasında sorunlar yaşayanları bir tarafa bırakacak
olursak yani yine sadece salt ekonomik yaklaşımla bakarsak 8
milyarlık nüfusta 6 milyon insan kabaca on binde 75 oranına denk geliyor.
Hâlbuki bu oran ikinci dünya savaşında
verilen kayıplarla yine kabaca iki milyarı biraz geçkin nüfusta yüzde
4’e karşılık geliyor.
Yani bundan neredeyse 80 sene önce dünya
bugün bizim yaşadığımız pandemi sonrası zorlukların matematiksel olarak
tam 53 katını yaşıyordu.
Tüm dünya üç yıl boyunca pandemi sebebiyle
en temel ürünleri üreterek ciddi bir üretim ve istihdam
kaybı yaşadı.
Bu dönemde üretim araçlarına
yönelik yıkıcı bir etki yoktu.
Yani altyapı ya da üstyapılar zarar
görmüyor, fabrikalar yıkılmıyordu.
Sadece can derdine düşen
insanların üretimden el çekmesi konusu vardı.
Lakin 80 yıl önce bu üretim araçlarının
direkt hedef alındığı 6 yıllık acımasız bir yıkım süreci yaşandı.
Üstelik bir de 1929 ekonomik
buhranı ile devletçiliğe sarılan ve dış ticareti neredeyse
durma noktasına getiren 10 yılın üstüne gelen bu yıkım süreci bilinen
dünyayı çok geriye götürdü.
Hegemon Batı’nın yıkıntılarından “Her ne olursa olsun
üreten kazanır.” mantığıyla ekonomisini yürüten ABD sağ
salim çıktı ve Amerikan dolarının altın karşılığı ile dünya
parası olması kararı 1947’deki Bretton Woods Sistemi ile
kabul edildi.
Çünkü Avrupa’nın bu yıkımı
aşacak ne takati ne de itibarı kalmıştı.
Düşman kardeşimizin bundan sonra ki
süreçte sözleşmelerle Türkiye’den işçi talep ettiği günlere şahit olarak bambaşka
bir serüvene başlayan "lahikalar" yazmaya başladık.
Kapısı açılmayan Avrupa'nın
bizzat davetiyle Türk ve Müslüman unsurların yerleştiği daha
sonra da yerlileştiği süreç nedeniyle bugün, kendi benliğini
kaybetme korkusu ile artan milliyetçiliğin prim yaptığı bir Avrupa oluştu.
Korkunun sebebinin anlaşılması adına
sadece İngiltere’de yapılan analizlere göre 2050 yılında Britanya
Krallığının merkezinde Müslümanların çoğunlukta olması bekleniyor.
Böyle bir geleceğe rağmen bizler Batı sisteminin
akılcılığını dışlayan bir tutum sergileyebiliyoruz.
Bilgi ve bilim aidiyet kabul etmez.
"Batı’nın her şeyi kötü!.." diyerek akıl ve bilimi dışarıda
bırakacak kadar içeri kapanıp, "Batı’nın her şeyi güzel!.." diyerek
de onların toplumsal yaşamını kendimize uydurmaya çalışarak da oluşan toplumsal
buhranların pençesinden kurtulamayız.
Aslında yaşanan bu sorunların hepsinin
arkasında, bilgilerin çarpıtılması ve çarpık politikaların uygulanması var.
Ne demektir bu?
1947’ten sonra kurulan Bretton
Woods Sistemi ile Avrupa’nın kaybolan itibarıyla
birlikte parasal ve finansal temeli yeniden
inşa edildi.
Rekabet eden Avrupa’nın ortaya
çıkması ile gücünü tüm dünyaya dayatmaya çalışan ABD’nin Vietnam Savaşı'ndaki
zafer takıntısı, ABD’nin belini kırdı.
Parasal sistemi derinden etkiledi.
Ondan sonraki süreçte gücünü kaybetmemek
için Soğuk Savaş kartını daha fazla masaya süren ve Batı
Blokunda yer alanların kendi içlerinde kurdukları yeni oluşumlarla ABD’ye
rakip olmasını engellemeyi merkeze alan korku ve korkutma merkezli bir
güvenlik politikası ABD ekonomik politikasının da kalbini oluşturdu.
Vietnam’da
yitirdiği itibarı OPEC ülkelerinin birleşerek petrol
krizlerine neden olması sürecinde toplamaya çalışan ABD’nin
1973’te artan gücü ile Amerikan Dolarının altın karşılığını
kaldırmasıyla bambaşka bir evreye geçti.
Dünyadaki altın rezervinin ekonomiyi
taşıyacak ölçüde artamamasının getirdiği bu sonuca aslında dünyanın kalanı da
çok fazla ses etmedi.
Doğu Bloku, "Karşılığı olmayan para nasıl olsa
batar!..", inancıyla ses etmezken Batılılar ise kurulan refah
düzeninden geri adım atma niyetleri olmadıkları için rıza gösterdiler.
Velhasıl kelam Amerikan
Dolarının altın itibarı gördüğü düzeni 50 yıldır yaşıyoruz.
Şu an bu düzen sarsılmış olsa da
hâlâ dünya ticareti Amerikan Dolarının etkisi ile
sürdürülüyor.
Bu da ithalat yapacakların Amerikan
Dolarına olan ihtiyacının devam ettiği ve yakın geleceğe kadar da devam
edeceği gerçeğini dayatıyor.
Bana göre FED’in yönetim
sermaye yapısının değişmesiyle dünya parasal krizi çözülebilse
de bugün için BRICS başta olmak olmaz üzere Euro gibi alternatif
parasal düzenler kendisini dayatmak istiyor.
Ama Amerikan Dolarının halihazırdaki "milyarderleri"nin böyle
bir parasal dönüşümü kabul etmeyeceklerini ve bu dönüşümün olmaması için her türlü
ayak oyunlarında ABD hükümeti ile birlikte çalışacakları
gerçeğini kimse görmek istemiyor.
Bu nedenle Amerikan Dolarının
"sancılı bir yönetim değişikliği" ile belki banknotlar
üzerindeki resimlerin bazılarının değişmesiyle düzenin devam edeceğini
düşünüyorum.
Bu nedenle de IMF’nin varlığı
kendisini korumaya devam edecek.
Kur krizi yaşayan yani cari açık nedeniyle ulusal parasının
değerini koruyamayan ülkeler için IMF her zaman
bir "parasal güven sağlayıcı" olarak varlık
gösterecektir.
O nedenle IMF ile en
fazla anlaşma yapan ülkelerin başında gelen Türkiye için
de IMF seçeneği bir "zorunluluk" olmaya
devam edecektir.
Bu zorunluluk IMF’den
alınacak birkaç milyar dolar (!) ya da IMF’nin
özel tanımlı para birimi olan SDR için temin etmek için değil,
hazırlanacak ekonomik program ile dünya serbest piyasalarına vereceği
güven ve bu yolla ülkeye gelecek olan yabancı fonlarla sağlanacak kaynağın
anahtarı olmasından oluşmaktadır.
Buna hiç ihtiyaç duyulmamasının da yolu
var tabii...
Verimli, israftan uzak, yüksek ve katma değerli üretime dayanan bir
ekonomi oluşturabilirseniz ve bunun etkisi ile itibarlı bir finansal
piyasa oluşturabilirseniz IMF’ye hiç ihtiyaç kalmaz.
Başka bir çözüm de itibarı olan
parasal bir birliğe dâhil olmak ya da bu birliği
kurmaktan geçer.
Benim için bu süreci kolaylaştıracak
üçüncü yol ise kesinlikle ve kesinlikle dijital paradır.
Yolsuzluk, kara para aklama, kayıt dışı
ekonomi ve vergi kayıplarını sıfırlayarak
adil bir gelir dağılımı modelinin kurulması sağlayacak dijital para;
tüm bu yolları kolaylaştırdığı gibi aynı zamanda alternatif başka bir yol da
açabilir.
Bu nedenle Merkez Bankası’ndaki Dijital
Türk Lirası çabalarına çok değer verip her fırsatta bu çalışmaları
yakından takip etmeye gayret gösteriyorum.
Seçim sürecinde bu vizyonumu paylaşacak
tek çalışmayı İYİ Parti’nin ARTAGAN projesinde
gördüm.
Bu konu ile ilgili bu köşeden siz değerli
okuyucularım için birçok satır kaleme aldım.
Geçtiğimiz gün İYİ Parti Kalkınma
Politikaları Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özlale hoca ile bir Twitter
Space odasında bir araya gelme fırsatı buldum.
İYİ Parti’nin ARTAGAN projesini benim kadar
dile getirmediğini ve sahiplenmediğini vurgulayarak projenin gerçekleşmesi
noktasında yaşanmasını düşündüğüm zorlukları nasıl aşacaklarına dair yol haritalarını
sordum.
Ümit Bey, bu konuda özel bir çalışma
yaptıklarını, iktidar olmaları hâlinde yol haritalarının hazır olduğunu dile
getirerek bunları benimle paylaşacağını söyledi.
Fakat seçim yoğunluğundan olsa gerek bu
sözünü hâlâ tutabilmiş değil.
Herkesin taraf tutma derdinde olduğu şu
günlerde salt akıl sahibi olanların sisin arasında görünebilmesi kolay
değil tabii...
Ama yine de Ümit Bey’e buradan
çağrım olsun:
Kim iktidar olsa da hayata geçirilmesi
gereken bir proje olan dijital para konusunda yol haritasının
ilan edilmesi, bu konuda çalışan benim gibi isimlerin işlerini kolaylaştıracak
ve politika tercihlerinde hem referans vermesini hem de kendine göre avantaj ve
dezavantajlı bölümlerini tahlil etmesini sağlayacaktır.
Ülkemizin menfaatine olan bir reformu ortaya koyarak bilimsel bilginin sınanmasına imkân tanımazsak nasıl ortak aklı savunabiliriz ki?...
Benden söylemesi...