"İmanın yarısı sabır, yarısı şükürdür!.."
Sabır; dinî emirleri yerine getirirken, haramlardan sakınırken, musibetlerlerle boğuşurken ve zorlu hedeflere doğru yürürken; nefsini kontrol etmek, kendine hâkim olmak, pes etmemek, yılmadan sıkıntıya katlanmak ve nihayet metanetle direnip başarmaktır.
Sabır,
Kuran-ı kerimin birçok yerinde geçmektedir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Allah sabredenlerle
beraberdir!” (Bekara 153) İslâm âlimlerinin ittifakıyla gerektiğinde sabretmek
farzdır. Bunun içindir ki: “İman iki kısımdan oluşur; yarısı sabır, diğer
yarısı şükürdür,” buyurulmuştur. (Beyhakî)
Yine
İslâm âlimler diyorlar ki: Sabır; “nefsi telâştan, dili şikâyetten, organları
da çirkin davranışlardan korur. Sabırlı kişi; nimette de mihnette de sükûnetini
muhafaza eder ve sebeplere yapıştıktan sonra başarıyı sadece Allahü Teâlâdan
bekler. Sabır; akıllı ve dayanıklı kişilerin, sabırsızlık ise; cahil ve âciz
kimselerin vasfıdır.”
Sabır;
emirleri yerine getirmek, yasaklardan sakınmak ve musibetlere direnmek şeklinde
tecelli eder, şöyle ki:
a) Kul, Allahü Teâlânın emirlerini
yapmak için sabra muhtaçtır. Çünkü kulluk, nefse zor gelir. Mesela kimi
insanlar; -tembellik yüzünden- namaz gibi ibadetlerden hoşlanmaz. Kimi de;
-cimrilikten dolayı- zekât gibi malî ibadetlerden hoşlanmaz. Kimi de; -her iki
sebepten dolayı- hac gibi ibadetlerden hoşlanmaz. Demek ki ibadetleri yerine
getirmek için sabır gereklidir. Farzları yerine getirmeye sabretmenin üçyüz
altmış derece sevabı vardır.
b) Kul, Allahü Teâlânın yasaklarından
sakınmak için de sabra muhtaçtır. Nefse en güç gelen sabır da, insanın alıştığı
ve devamlı yaptığı günahlardan vazgeçmesidir. Çünkü alışkanlık arzu ile
birleşince günah etkeni güçlenir. Şayet günah; işlenmesi kolay bir iş ise, buna
sabretmek daha da zorlaşır. Dili gıybet etmekten, yalan konuşmaktan ve kendini
övmekten korumak gibi.
c) Bela ve musibetlere sabretmek. Bu da
iki çeşittir: a) İnsanlardan gelen sıkıntı ve eziyetlere sabır:
Halkın, kişinin aleyhinde konuşması, kendisine iftira etmesi, hakkını gasbetmesi
ve benzeri şeyler gibi. İşte bunlara sabretmek çok bereketlidir. Eshab-ı kiram;
müşriklerin sıkıntı ve işkencelerine sabretmeleri neticesinde; tevhid inancı
dünyaya yerleşti ve İslâm dini her tarafa yayıldı. b) Doğal felâket ve musibetlere sabır:
Kişinin bir yakının ölmesi, malının telef olması, yangın, kaza, hastalık,
sakatlık ve benzeri şeyler gibi. Bela ve musibetlerin ilk şokuna karşı
sabretmenin dokuz yüz derece sevabı vardır. Gerçek sabır da, belanın başında ve
ilk anında gösterilen sabırdır. Hadis-i şerifte; “es-sabru
inde’s-sadmeti’l-ûlâ” (gerçek sabır, ilk darbe anında gösterilen sabırdır.)
(Buhari 1223)
Peygamber
Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, daha dünyaya gelmeden babasını
kaybetmiş; altı yaşında annesinin, iki sene sonra dedesinin vefatını görmüştür.
Daha sonra da en büyük dayanağı amcası Ebû Talib’in ve en çok desteğini gördüğü
hanımı Hazret-i Hadice vâlidemizin vefatına tanık olmuştur. Hazret-i Fatıma
dışındaki bütün çocuklarının vefatlarını görmüştür. O, bütün bu musibetler
karşısında asla sarsılmamış, yıkılmamış ve yılgınlık göstermemiştir.
Peygamberlik
geldikten sonra ise; müşrikler tarafından ağır baskılara muhatap olmuş, hakaret
edilmiş, alaya alınmış, ölümle tehdit edilmiş ve suikastlarla karşı karşıya
kalmıştır. Sonunda da doğup büyüdüğü ve çok sevdiği öz vatanı Mekke-i
mükerremeden göç etmek zorunda kalmıştır.
Düşmanları,
sürekli olarak ordular düzenlemiş ve üzerine yürümüşlerdir. Yapılan bu
savaşlarda O, zaman zaman çok zor anlar yaşamış, hayatî tehlikeler atlatmıştır.
Medine-i münevvereyi savunmak için herkesle birlikte hendek kazmış ve günlerce
aç kalmıştır. Fakat bütün bu felaketler karşısında O, sabır ve metanetle
direnmiştir. Çünkü O, biliyordu ki sabreden, zafere erecektir.
İnsan,
geçici veya aralıklarla gelen musibetlere dayanabilir. Ancak arka arkaya gelen
zincirleme felâketlere sabretmesi zordur. İşte Efendimiz aleyhisselam, mübarek
hayatı boyunca her çeşit musibete uğradığı halde; sabır, metanet, tevekkül ve
şükründen hiçbir şey kaybetmemiştir. İşte bu engin sabrının sonunda; düşmanları
dize gelmiş; ölen ölmüş, ölmeyen de müslüman olmuş ve O’nun mübarek davasının
birer fedaisi olmuştur.