İman izhar ister
İmanın müminlere yüklediği ilk görev; izhar etmektir. İmanın ispatı izhar ve ilandan geçer. Hiçbir mümin imanını kendine özel saklı tutamaz, gizleme yoluna gidemez. İman ketmetmeye, kem kümle geçiştirmeye gelmez. Zaten iman kalbe oturunca, harekete geçer, durdurulamaz fışkırır, çağlar, coşar, bendini aşar… Tükenmez bir güç kaynağı olarak gürler… Aksiyon ve eylem olarak tecelli eder…
Kerim Kitabımızın sunduğu tevhid mücadelesindeki tüm
karelerde imanın izharını görüyoruz…
Hz. İbrahim (as) tek başına bir ümmet olarak Nemrud’a
karşı, bedeli ne olursa olsun imanını izhar etmekten imtina etmiyordu…
Hz. Musa (as) ile müsabakaya giren sihirbazlar,
hakikatle yüzleşince bir saniye bile tereddüt göstermeden secdeye kapandılar…
İmanlarını izhar ettiler, başlarına nelerin geleceğini bile bile…
Ashâb-ı Uhdud’un o korkunç zulmüne maruz kalan
müminler, ateş dolu hendeklerde cayır cayır yanmak pahasına imanlarını izhar
etmekten çekinmediler…
“Şehrin
en uzak yerinden koşarak gelen delikanlı” elçilere destek
vermekten geri durmadı, uzakta olmayı mazeret olarak ileri sürmedi… İmanının
bedelini ödedi…
Ashâb-ı Kehf bir avuç yiğit canlarının derdine
düşmediler, önce davalarını dillendirdiler, kıyamlarını sürdürdüler…
Sonrasında Allah onları mağara ve uyku ile
ödüllendirdi. Çünkü imanlarından ödün vermediler…
Hz. Muhammed (sav) kendisine vahiy meleği geldikten
sonra bir daha yüzünü Hira’ya dönmedi, imanını izhar, inzar ve irşad için Mekke’ye
yürüdü…
Onun izini sürdüren ilk muvahhidler aynı duruşu
sergilediler. Ebuzer… İbni Mesud… Bilal… Yasir… Sümeyye… Tek suçları imanları izhar
etmeleriydi… Onlar kimseyi İslam'a icbar etmediler, sadece akidelerini
alenileştirdiler… Bu kadarı bile küfrün kahrolmasına ve kudurmasına yetiyordu…
Şahitlikleri bunu gerektiriyordu….
İman alenileştirmek esastı. Ahali ne der kaygısına
düşmeden… Dünyalık bazı kapılar yüzlerine kapansa bile imanlarını açığa vurmaktan
geri durmadılar…
Akideyi görünür, yaşanır kılmak imanın olmazsa
olmazıydı. Vahye şahitlik bunu gerektiriyor… Ahd-ü misakın icabı buydu… Bu izhar
aynı zamanda İslami aidiyetin tescili, İslami kimliğin tespitiydi… Her an ve
her alanda bu gerekliydi… Sadece vicdanlarda, mabetlerde değil yaşamın tüm
ünitelerinde imani duruş tezahür etmeliydi… Kamusalda, kamuoyunda, kentte,
köyde, kampüste, kafede, kırsalda, kitlesel ve kişisel ortamlarda iman kendini
göstermeliydi…
Fincancı katırlarını ürkütmek pahasına, egemenlerin ve
kitlelerin tepkisini almak pahasına bu böyle olmalıydı…
İslami kimliği görünür, yaşanır kılmak itikadi bir
zorunluluktur… Çekinmeden, inancınla çelişmeden, başa gelebilecek çileleri göze
alarak…
İmanın iktidarı, ihtişamı, itirazı, intikamı başka
türlü nasıl belirginleşebilir?
İman bir ışıksa karanlığı delmesi lazım…
İman bir enerji ise harekete geçmesi gerekir…
İman bir kıvılcımsa çakması icap eder…
İmanınızı izhar ettiğiniz vakit her şeyiniz size özgü,
nev-i şahsına münhasır olur. Davranışlarınız taklit, düşünceleriniz satılık,
kimliğiniz sahte, değerleriniz emanet olmaz…
İmanınızı izhar ediniz ki, bir tavrınız olsun… Duruşunuz,
çizginiz, renginiz, farkınız, tarzınız, hedefiniz, ilkeleriniz, sınırlarınız
olsun…
Ete-kemiğe bürünmeyen, dile gelmeyen, gürül gürül çağlamayan,
hayata renk vermeyen iman sorunludur…
Tavrınız yoksa taviziniz var demektir…
“İbadette
gizli, kabahatte gizli” tuzağına düşmeden, inancımıza hayata
hâkim kılmanın mücadelesini vermeliyiz. Çünkü müminler ezik, silik, sönük,
donuk duramazlar… Atıl ve pasif kalmayı sindiremezler…
Aşırı tedbirci, temkinci, takiyyeci tedirginliklerle
tanınmaz hale gelemezler…
Maslahat, menfaat adına meşruiyetlerini tartışmalı
hale getiremezler…
İmanla acziyet ve zillet aynı cümlede bir araya
gelemez.
Defolu, demode ve dumura uğramış bir imanla dava ne
teslim ne de tebliğ edilebilir…
Üretilen korkular, öğretilmiş çaresizlik kaderimiz
değildir…
İman, kararlılık ve kalite demektir… Tüm şerlere karşı
durmaktır…