İmam-I Azam'ı Unutun Gitsin
İlahiyat Fakülteleri'nin müfredatlarındaki değişikliklere gün geçtikçe itirazlar daha kuvvetli bir şekilde artıyor. Bu itirazların önemli bir noktası YÖK'ün sıklıkla İlahiyat müfredatlarına yukarıdan müdahalesidir. Hakikaten şu anda, üç farklı müfredatta ilahiyat öğrencisi vardır. Her şeyden önce sistemin bu kadar sıklıkla değişmesi sağlıksızdır. Diğer yandan, YÖK'ün diğer fakültelerden (mesela, Tıp, Mühendislik vb.) ziyade İlahiyat müfredatına müdahalesi, büyük oranda sivil alana ait olması gereken dini anlayışı resmi olarak şekillendirme arzusundan kaynaklanıyor olsa gerektir.
İlahiyat fakültesi öğrencileri, bu tür müfredat anlayışlarıyla aslında bunu düzenleyen iradenin murat etmeyeceği biçimde seküler bir bakış açısının etkisi altındadır. Çünkü öğrenciler bu müfredatla "hayat"tan ve dünyadan koparılarak "dini" şeklinde çerçevelenen bir alanın içerisinde kalmaya mahkum edilmektedir. Her zaman vurguladığım gibi, ilahiyatçı sadece kendisine namaz, abdest gibi klasik ilmihal sorularının sorulup cevap alınacağı birkimse değildir. O, sahip olduğu bilgi ve müktesebatıyla hayata ve olaylara dair yorumlar yapabilen ve bu tür olaylar karşısında tavır alabilen ve bu bağlamda İslam'ın hayatın bütünüyle yakın bağlantısını gösterebilen bir kimsedir. Çünkü din, tarih boyunca en önemli meşruiyet kaynağı olarak devrede tutulmuş ve birçok iktidarlar dini kendi ideolojik ve zihni angajmanları çerçevesinde şekillendirmeye çalışmışlardır. Düşünün ki, Mısır'da darbeci yönetiminin başındaki Sisi de Ezher ulemasından darbenin meşruiyetine dair fetva almıştır. Bunun için dinin "haksızlık"lara karşı duran tavrı çok önemlidir.
İlahiyat fakültelerindeki müfredat değişikliğine itirazımızın temelinde sadece bazı felsefe derslerinin kadırılması ve diğer psikoloji, sosyoloji gibi derslerin kredilerinin azaltılması değildir. Bunun uzun vadede ilahiyat fakültelerinin entelektüel yapısını zayıflatacağı; dünya ve içinde bulunulan çevreden ilahiyatçıları geri bıraktıracağıdır.
İlahiyat fakülteleri denince öncelikle akla gelen kavram hiç şüphesiz ulemadır. Bizim tarihimizde ulema olarak en önemli prototipimiz İmam-ı Azam'dır. İmam-ı Azam, belki birçoklarınca sadece fıkıh alanında ictihad eden bir fıkıh alimi olarak bilinmektedir. Fıkıh, İslam'ın temel omurga ilimlerinden biri olmakla birlikte, İmam-ı Azam'ı sadece "fıkıh alimi" diye tanımlamak onu sınırlamak olacaktır. Çünkü İmam-ı Azam bunun çok ötesinde bugünkü anlamda bir alim ve entelektüel şahsiyet olarak ortaya çıkar. Bunu birkaç boyutta ele alabiliriz. Birincisi, İmam-ı Azam, kendi döneminde sosyal, siyasal, ekonomik vb. hayatın içindeki bütün olayları hem okuma hem de bunlara dinin kapsamlı bakışını ortaya koyabilme şeklinde bir fıkhı işletmiştir. İkincisi, bu fıkhı işletirken bunun hangi esaslara dayanarak olacağına dair "usul"leri ortaya koymuştur ki, içerisinde İslam düşüncesinin hayata bakışının temel kodlarını taşımaktadır ve bu usuller hala geçerliliğini devam ettirmektedir. Üçüncüsü ise, İmam-ı Azam hayatı boyunca evinin bir köşesinde ictihad edip sosyal olaylara karışmayan bir şahsiyet olarak tanımlanamaz. Bunu söylüyoruz, çünkü bugün bazıları ulemayı bu şekilde dar bir çerçevede tanımlamaya çalışıyorlar. Halbuki İmam-ı Azam döneminin sosyal, siyasal, ekonomik hadiselerine müdahil olmuş; bunlar karşısında bağımsız tavırlar almıştır. Hatta iktidarların bu konudaki baskıları karşısında geri adım atmamış, hapis ve işkencelere maruz kalmıştır. İktidarların kendisine resmi görev tekliflerini (tabi arkasından kendisine görüş dayatmaları gelecektir) kesinlikle reddetmiştir.
Açıkçası en büyük hayalim; İlahiyat fakültelerinin böyle küresel krize ve dayatmalara karşı yeterli, öngörülü, hayatı ve olayları okuyabilen, İslam'ın izzetini koruma konusunda hassas, alim ve entelektüel şahiyetleri yetiştirebilecek kıvama gelmesidir. Fakat bu müfredat, bakış açısıyla bize şunu söylemektedir: "İmam-ı Azam'ı unutun gitsin."