İlahiyatın dili
Son dönemlerde direkt veya dolaylı
olarak ilahiyatın diline referansla analiz edilmesi gereken bazı negatif
söylemler ortaya çıktı ve üzerine tartışmalar yaşandı. Bütün meselelerde olduğu
gibi bu konuda da kişiselleştirme ve kutuplaşma hemen devreye girerek hakikat
arkaplana atılmış oldu.
Doğrusu bir ilahiyatçı olarak “din”
üzerine konuşma bağlamında mecalimin kalmadığını hissediyorum. Hatta bir müddet
din konuşmasak da, hayatı geldiği gibi yaşasak mı diye aklıma da geliyor. Din
üzerine konuşma konusunda manevra alanımın da sanki gittikçe daraldığını
hissediyorum.
Bu manevra alanının daralmasını birkaç
sebebe bağlamaktayım. Birincisi, Özellikle müslümanların geçmişteki iddiaları
ile gerçekleştirimleri arasındaki ciddi mesafe. 1970 ve 80’lerden itibaren
ortaya çıkan söylemlerin büyük oranda retorikten ibaret kalması ve
müslümanların örnek olacak bir söylem, kimlik ve yaşantıyla aralarındaki
mesafe, onların söylemlerinin ağırlığının zayıflamasına sebep olmuştur. Tam da
bu sebeple, müslümanların geçmişteki söylem ve bugünkü pratikleriyle
yüzleşmeleri; son kertede nerede yanlış yaptıklarını entelektüel düzlemde
kamuya deklare ederek kendilerini revize etmeleri gerekir diye düşünüyorum.
İkincisi, İslam’ı bir dünya görüşü
olarak öne süren müslümanlara gündelik hayatın içinden getirilen eleştiriler
karşısında, muhatabına sadece “siz de farklı değildiniz” mealinde söylemler
üretmeleri; dolayısıyla temel sorunların nasıl halledileceğine dair tez ve öneriler
getirememeleri.
Nedense din söylemlerinin dile
getirilişinde en başta büyük üslup problemleri var. Ayrıca bu söylemler bir
stratejiden yoksun olduğu gibi kapsayıcı da olamıyorlar. Halbuki İslam gibi bir
dinin evrenselliğinden bahsediyorsanız, son tahlilde kuşatıcı ve kapsayıcı bir
dile ihtiyacınız vardır. Yine karşısındakini itham edici ve yaralayıcı değil,
hakikate ve gerçekliğe davet edici bir dilin kullanılması büyük önem
taşımaktadır.
Hz. Peygamber (SAV) Taif’e davet için
gittiği zaman kendisine karşı şiddetli olumsuzluklar gösterilmiş ve kendisi
yara bere içinde kalmıştı. Bu halde iken bile Taif halkı için beddua etmedi;
geleceğe yönelik hayırlar diledi. Bu açıdan insanlara yönelik merhamet dilini
kullanmak İslam’ın ve Hz. Peygamber’in en önemli şiarıdır.
İslam dini kendi içinde hakikat iddiası
taşır; aslında bütün dinler insanları kendilerine davet ederken hakikat
iddiasındadırlar. Burada bir problem yok. Fakat insanlar neyin hakikat olduğunu
ortak insani bilgi ve aklın kategorileri ile ortaya koyamadığı için dinler bir
inancın konusudurlar. Dolayısıyla bir dini kabul edip etmemek insanın tercih ve
iradesinin bir sonucudur.
Diğer yandan hiçbir müslüman bir
diğerinin iman edip etmediği noktasında kesin bir yargı üretemez. Böyle bir
yargı üretmek, kişinin kendisini Tanrı yerine ikame etmesi anlamına gelir. Zira
imanı Tanrı’dan başka kimse bilemez. Dolayısıyla öncelikle insanların
imanlarını yargılayıcı ve itham edici bir dilden uzaklaşarak, kuşatıcı bir
merhamet dilini ilahiyatın temel bir strateji olarak benimsemesi esas
olmalıdır.
Günümüzde özellikle dünya ölçeğinde
dine karşı önemli oranda ilgisizlikler meydana gelmiş durumda. Aslında gündelik
hayatta etkinliği anlamda dinin ve İslam’ın belirli oranda bir gücü olduğunu
biliyoruz. Fakat özellikle yeni yetişen neslin dili ve dünyadaki olaylar
karşısında tavır alışları, soruları dikkate alındığında, müslüman toplumlarda
da belirli oranda bu ilgisizliğin yansımaları göze çarpar. Böyle bir zaman
diliminde ilahiyat söyleminin akıl ile birlikte insanın duygularına da hitap
etmesi beklenir.