Dolar (USD)
35.23
Euro (EUR)
36.62
Gram Altın
2976.32
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
12 Aralık 2018

İlahiyat ve insan hakları

Geçen 06 Aralık’ta başlayıp iki gün süren “İnsan Haklarını Yeniden Düşünmek” isimli sempozyum Tihek yani Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu tarafından düzenlendi. Uluslar arası bu sempozyuma dünyanın farklı yerlerinden bilim insanları katılarak bildiriler sundular.

Sempozyumda ben de “İlahiyat ve İnsan Hakları Sorunu” başlıklı bir bildiri sundum. Doğrusu insan hakları tartışmalarının en çetrefilli kısmını ilahiyat oluşturmaktadır; dolayısıyla bu kısım sağlıklı bir felsefi zemine oturtulmadan tartışmaların tümelden tikele doğru kayarak enerji israfını getireceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

“İnsan hakları” bir terim olarak, modern zamanlarda, Batı’da tarihi ve sosyolojik değişim koşulları çerçevesinde şekillenmiştir; eleştiriler ve tartışmalar doğrultusunda değişmeye de devam edeceği anlaşılmaktadır. İnsani bir çaba olması, değişimin insan için kaçınılmazlığı da bunu gerektirmektedir. Fakat konu insan ve çok genel anlamda bu insana dair haklar söz konusu olduğunda, tabii ki farklı kültür, medeniyet ve dinlerde de insan ve haklarına dair tartışmaların bulunduğunu anlayabiliriz. Bu bağlamda farklı medeniyetlerin insan anlayışları ve haklarına dair ortak yönlerin olması da kaçınılmaz hale gelmektedir.

Fakat İnsan haklarının çerçevesini çizmeye geldiğinde, medeniyet, ideoloji ve dinler arasında temel felsefi düşüncelerden kaynaklanan bazı farklılıkların olması da gayet doğaldır. İşte bu sebeple kürtaj, eşcinsel evlilikler, ötenazi vb. konularda görüş farklılıkları ortaya çıkmaktadır. Ben bildiride bu farklılıkları bir anlayış ve kozmoloji çerçevesinde analiz etmeye çalıştım.

Esasen konuşmamız gereken husus; bugün insan hakları konusunda en önemli ihlallere ve gelecekte mümkün tehlikelere dairdir. Benim İlahiyatla da bağlantılı ele aldığım birinci mesele; insanın yaşadığı dünyada devasa sistemler arasında giderek küçülmesidir. Söz gelimi; küreselleşme ile giderek büyüyen dünya (insanın ilişki kurduğu çevrenin hacminin genişlemesi anlamında büyüme) karşısında insan giderek güçsüzleşmekte ve küçülmektedir. Küresel ölçekte yeni azınlık güç odakları oluşmaktadır. Nihayetinde sermayesi devlet bütçelerini aşan ve giderek daha yüksek oranda dünya gelirlerini kontrol eden bu azınlıklar, insan üzerinde rafine tahakküm biçimleri ile insanı biyolojik mekanizmalara dönüştürmektedirler.

Burada kimi zaman kurumsallaşmış dini anlayışların insanı güçsüzleştirmesinden de bahsetmeliyiz. Bu anlayışlar, insanın özgürlük ve kendisini geliştirme potansiyelleri konusunda çok hassas görünmemektedirler. Gelecekte yapay zeka, makinalaşma, biyo-siyaset vb. ile insanın özgürlük ve irade etme problemlerinin daha da derinleşmesiyle, insan hakları metinlerine yeni maddeler eklenecek gibi görünmektedir.

İlahiyat ve insan hakları bağlamında Tanrı ile insan arasında varolan ilişkiye kısa devre yaptırılarak, Tanrı’dan başlayarak insana doğru giden sürecin orada kesildiğini; insandan Tanrı ve çevreye doğru gelişme potansiyellerine izin verilmediğini görmekteyiz. Bu nihayetinde; her şeyi Tanrı’ya havale ederken insanın sorumluluk yüklenerek dünyaya ve tarihe girmesini engellemek şeklinde somutlaşmaktadır. Halbuki İslam açısından insan, kendi potansiyellerini sorumluluk duyarak ve Tanrı’yı da bir imkan görerek genişletmek gibi bir yükümlülüğe sahiptir.

Üçüncü bir sorun da, Tanrı-insan ilişkisini güç üzerinden kurmaktır. Tanrı’nın mutlak bir güç olduğu doğrudur. Ama bu mutlak güç insanla ilişkisini belirli ilkeler üzerinden kurar. Kitapta vad ve vaidleri vardır. Bunun yatay düzeydeki yansıması ise, insan-insan ve insan-çevre arasındaki ilişkilerin de ilkeler üzerinden kurulması olacaktır. Dikkat edilirse, sorunlarımız ancak bu felsefi derinliklerde açık ve anlaşılır hale gelmektedir.