İlâhiyat, siyaset ve sivillik
Ramazan yaklaşırken, dinî tartışmalar da yoğunluğunu artıracak gibi görünmektedir. Usulünce tartışma yapmak bir problem teşkil etmediği gibi gereklidir de. Fakat tartışmaların hangi zeminde sürdürüleceği ve usulünün belirlenmediğinde, hamaset ve kutuplaşma da buna dahil olunca yine ranta dönüşmeye başlıyor.
Önce başlıkta bulunan üç kavram çerçevesinde teorik bir zemin inşa edelim. İlkin, İlahiyat da diğer birçok alan gibi içerisinde geniş tartışmaları ve ictihadları barındıran bir alandır. Bir problemle ilgili farklı görüşler, uygulamalar olması mümkündür. Dolayısıyla bu tür ictihadi konularda hiç kimse kendi görüşünü mutlaklaştıramaz. Görüşler gerekçeleriyle belirtilir. İlahiyatın kendi içindeki tartışmalarda bilinmesi gerektiği halde bu çoğulculuğa saygı bir türlü gerçekleşmiyor. Bazıları farklı görüş sahiplerini dinden çıkmakla itham edip konforlu bir şekilde hayatlarına devam ediyorlar.
***
Antropolojik zaviyeden bakıldığında insan için öncelik onun bir komünite (topluluk) oluşturmasıdır. Bu topluluklar süreç içerisinde işlerin daha iyi yönetimi, adaletin sağlanması ve karmaşanın önlenmesi için devlet dediğimiz bir organizasyonu icad etmişlerdir. Dolayısıyla insanların kendiliğinden doğal birliktelikleri olan “sivil”likten devlete doğru bir gidiş vardır. Devletin temel faaliyetlerinin yönünü orada yaşayan insanların talepleri belirlemektedir.
Bir devletin uhdesinde farklı kültürel, dinî, mezhebî farklılıklar yaşayabilir. Bu devletin uhdesinde yapılan siyaset, bu farklılıkları kapsayacak kuşatıcılıkta olmak durumundadır. Özellikle demokratik devletlerde siyasetin aktörleri olan iktidar ve muhalefet, tümüyle söylemlerinde bu kapsayıcılığı göstermek durumundadır. İktidarı ve muhalefetiyle siyasi aktörler, bir konuda fetva ve ictihad vermekten uzak durmalıdırlar. Çünkü onların temel görevi halkın farklı taleplerinin toplumsal düzlemde önünü açmasıdır. Bu bağlamda devlet, farklı mezhep ya da görüşlerin ictihadlarını resmileştirmemelidir. Bütün görüşlere eşit mesafede durmalıdır. Tarihîl süreçte zamanın yönetimi İmam-ı Malik’in Muvatta’ını resmileştireceğini deklare etmiş; bizzat İmam- Malik bunun doğru olmayacağını söyleyerek karşı çıkmıştır.
***
Şimdilerde teravih namazının hükmü üzerine maalesef usulden yoksun bir tartışma yapılmaya devam edilmektedir. Birincisi, ilahiyat alanında teravihin dince hükmü ve dinde olup olmadığına dair tartışmalar yapılmaktadır. Bunların gerekçelerinin sunularak yapılması mümkündür. Fakat bu tartışmaların dilinin yaralayıcı olmaması gerekmektedir.
Diğer yandan kimi muhalefet siyasetçilerinin teravihin dinde olup olmadığı konusunda dini ictihadlar ortaya koydukları görülmektedir. Açıkçası burada siyasetçiyi esas ilgilendiren nokta bu konudaki toplumsal gerçekliktir. Buna göre, toplumda teravih namazının dinde olmadığını düşünenler kadar dinde olduğunu savunanlar var. Bu kitle teravih namazı kılma konusunda talepte bulunmaktadırlar. Dolayısıyla siyasetçiler toplumun taleplerinin önünü açmak üzere bir dil, söylem ve pratik üreteceklerdir.
Türkiye’nin yakın geçmişinde de buna benzer olaylar yaşanmıştı. Özellikle 1990’ların sonunda başörtüsü konusunda tartışmalar yükselip sorunlar başgösterince başörtüsünün dindeki yerine dair farklı görüşler oluşmuştu. Bir kısım ilahiyatçılar buna onay verirken, bir kısmı başörtüsünün dinde olmadığını savundular. Fakat ilginç bir biçimde bu meşruiyet tartışmalarına siyaset de dahil olmuştu. Halbuki başörtüsü ister bir dini inanç isterse bir hak olarak görülsün, toplumda bunu talep eden insanlar vardır ve siyaset bu taleplerle ilgilenmeliydi.
Dolayısıyla demokratik siyaset, ilahiyat alanında ortaya konmuş bir içtihat etrafında taraf olmaktan ziyade taleplere cevap verip verilemeyeceği üzerine odaklanmalıdır. Çünkü demokrasilerde esas olan halkın taleplerinin üst düzeyde siyasetçiler tarafından takip edilmesidir.