İlahiyat ile sosyoloji arasında
Geçtiğimiz Cuma günü bir dernekte bu başlıklı konferans verdim. Problem; idea ile gerçeklik ya da fenomenler arasında sağlıklı ilişkinin kurulamadığı üzerine idi. Yani vaazlarda, konuşmalarda âyetler, hadisler, dini hükümler iktibas edildiğinde, sorunların halledilebileceği varsayılmaktadır önemli oranda. Fakat bu tek taraflı yaklaşım, ideanın fenomenler aleminde form kazanıp kazanamayacağını, oradaki gerçeklik imkanını sorgulamamaktadır.
Şimdi burada bazı örnekler sıralayacağım. Meselâ; faiz konusunda İslam’ın temel yaklaşımı ve tezi sürekli olarak dillendirilmektedir. Fakat Türkiye’de son 20 yılda yaklaşık olarak kredi kullanma oranlarının 86 kat arttığını görmekteyiz. Meselâ; “anne babaya öf demeyin” âyeti anne babayla yakından ilgilenmeyi ifade ediyor. Peki bunun şehre yoğun göçlerin olduğu, metropollerin giderek şiştiği, 1+1 stüdyo evlerde nasıl gerçekleşeceğini de sormalı değil miyiz? İşte benim ilahiyat ile sosyoloji arasındaki gerilim dediğim şey budur.
Çoğu zaman dini söylemlerin niçin yaşadığımız dünyaya yetemediği sorusunun ipuçları da burada var aslında. Bu anlamda temel problemimiz âyetleri sadece iktibas etmekle yetinerek, sosyal gerçeklikleri hiç dikkate almamaktır. Bunun bir sonucu olarak da söylemler biraz boşlukta sallanmaktadır.
Peki diğer problemler nelerdir? Doğrusu bu konuda verebileceğimiz cevap, Müslüman toplumlarda modellemelerin üretilememesidir. Hatırladığım kadarıyla 1980’lerin başında konut yapımı konusunda bir kooperatifleşme söz konusuydu. Kamuoyunda bazı istismarları ile gündeme gelen bu usül devam ettirilememişti meselâ. Fakat daha sonraki dönemlerde kredi kullandırma meselesi çokça özendirildi.
Yine gecekondulaşma son 50-60 yıl içerisinde ciddi boyutlara ulaştı. Gecekondulaşma “acil konut ihtiyacı”ndan mülhem olarak inşa edildi ama toplumumuzun mekan ve değer arasında varolan kodlarında ciddi dönüşümler meydana getirdi. Hatta camiler de gecekondu tarzında inşa edildi. Bu, giderek bireyselleşmenin arttığı bir toplumda evin, nasıl inşa edileceğini de belirleyen bir zihniyet oluşturdu. Dikkat edilirse meydana gelen değişimler, ideanın fenomenler üzerindeki belirleyiciliğinden ziyade, dış dünyadaki fenomenler ve gerçekliğin kendisini dayatması sonucu oluşmuştur.
Mevcut yaşam, ilahiyat ile sosyoloji arasındaki bu gerilim arasında insanlar, sorunlarını ancak anlıksal gereklilikler üzerinden çözmeye çalışmaktadırlar. Halbuki bu sorunlara kalıcı çözümlerin getirilebilmesi, öncelikle ve evleviyetle anlıksal durumdan çıkmayı gerektirmektedir. Bu sebeple, ne durumda olduğumuzun ciddi tespiti elzemdir. Bu da dini söylemle fenomenler dünyası arasındaki ilişkide bir denklem kurularak hareket edilmesini zorunlu kılmaktadır.
Peki bu nasıl gerçekleşecektir? Burada iki yönlü bir hareketi dikkate almamız gerekmektedir. Bu hareketin başlangıç noktalarından birisi, ortada din adına varolan sabite ve değerlerdir. Bunları birer parametre olarak zihni arkaplanda tutarak yola çıkabiliriz. Fakat esas sorunumuz bunları hangi güncel formlarda oluşturulacağıdır?
Bu bağlamda çağdaş İslam düşüncesinde çabaları iki şıkta ele alabiliriz. Birincisi, bugünkü yaşamın fenomenlerinden olabildiğince ürken ve hatta bunları dikkate almanın dinde ciddi değişim olacağını savunan daha kapanmacı bir anlayış. Bunlar çoğunlukla tarihsel süreç içerisinde üretilen dini hüküm ve söylemleri aktarmakla yetinmektedirler. İkinci yaklaşım ise, özellikle fenomenlerin ve dış dünyanın kesinlikle dikkate alınarak, temel değerleri bir forma kavuşturmaktır. Bunun için de, iki hareket noktası arasındaki karşılıklı seyrü seferin gerçekleşmesini sağlamak gerekir.