İlahi öğretide tefekkür (3)
“O Mün’im-i Hakikî, bizden kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta ‘Bismillah’ zikirdir. Ahir de ‘Elhamdülillah’ şükürdür. Ortada bu kıymettar harika-i san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek ‘fikir’dir.”
Yukarıdaki satırlar Üstad
Bediüzzaman’ın (r) haklı bir üne kavuşan Risale-i Nur Külliyatındaki Sözler kitabının
girişinde yer alıyor. Burada kulluk gereği yaradılışımızın ve bize bahşedilen
sayısız nimetlerin bedelini anlatırken, “fikir
etmeyi/düşünmeyi” hem de “derk
ederek” yani derin düşünmeyi bu bedelden saymıştır. Üstada göre tefekkür
öyle değerli bir kulluktur ki Allah’ın (cc) verdiği nimet ve mallara bedel
olarak kabul görecek niteliktedir.
Bundan olmalı ki Rabbimiz bizden 'Kur’an‘daki öğütlerin sahibinin kim
olduğu'nu düşünmemizi ister. Bu düşünme biçimi tefekkürdür. Kur’an-ı
Kerim'deki öğütlerin sahibinin Allah Teâla olduğunu ancak tefekkürle bulabilir,
bilebiliriz. Kur’an’î öğütlerin sahibini takdir etmek, aynı zamanda bütün
nimetlerin sahibini de takdir etmektir. Kısacası tefekkürün bizi vardıracağı yer
hamd noktasıdır.
Evrende şu ana kadar insan dışında
akıllı varlıklarla karşılaşmadığımıza göre tefekkür etmek insani bir düşünme
eylemidir diyebiliriz. İnsanın dünya hayatında daha “iyi”ye (hayr) yönelmesi için tefekkür olmazsa olmazdır.
İnsanî olması hasebiyle tefekkürü
derinleştiren unsurlar olduğu gibi düşünmemizi, tefekkür etmemizi kısırlaştıran
faktörler de vardır. İlim, irfan, özgür düşünce, cömertlik, merhamet gibi
değerler tefekkürümüzü derinleştirici özelliğe sahip iken cehalet, kibir,
tembellik ve taklitçilik de tefekkürümüzü kısırlaştırıcı özellikler taşır. Bu
yüzden tasavvufta insanın sahip olduğu nefsin kişiye galebe çalması sonucu perdelenen
kalbin ancak “Sahib”ini düşünmesi
olan “en büyük ibadet/zikr”[1]
ile huzura erer.[2]
Böyle olunca da en üst düzeyde bir tefekküre sahip olunur.
Tefekkür sonrası
Allah Tebarek Teâla’ya yaklaştırmayan,
muhabbetullahı arttırmayan tefekkürün Rabbimiz’in bizden istediği tefekkür
olmadığı açıktır. O zaman tefekkürümüzün yönü de amacı da Alemlerin yegâne
Rabbi olmalıdır.
İslam metafizikçileri ve sufiler “terk”i, Rabbulalemin’i daha çok anmak (zikr)
için önemsiyorlar. Tefekkür ve tezekkür için dünyevi meşgalelerden
arınmalarının gerektiğine inanıyorlar. Bunu daha öteye taşıyarak tefekkür ve
tezekkürde “ukba”yı da sarf-ı nazar
ediyor Sufiler. Ki bütün zamanlarını Allah Subhanehu Teâla’ya ayırsınlar.
İhya’da İmam Gazali, Ömer b. Abdulaziz’in,
“İbadetlerin en üstünü Allah’ın
nimetleri hakkında düşünmek/tefekkür etmektir” dediğinisöyler. Yukarıda, Kur’an-ı Mubin’deki “Tefekkür etmiyor musunuz?” ayetleri ile Rabbimiz bizden 'Kur’an‘daki öğütlerin sahibinin kim
olduğu'nu düşünmemizi ister, demiştik. Öğütlerin Sahibi’ni tanıyan,
nimetlerin Sahibi olan Rahman Rahim Allah’ı takdir etme imkânına kavuşur. Yine İmam
Gazali, İbn Abbas’ın; “Tefekkür halinde
kılınan iki rekât namaz, tefekkürsüz bütün bir geceyi ibadetle geçirmekten
hayırlıdır” dediğin söylemiştir.
Bunun yanısıra her insanın ancak tefekkürle ahlaki
merhaleler katetmesi, bununla irfanî yönünü de geliştirebilmesi tefekküre verilen
önemi haklı kılmaktadır. Ahlaki olarak arılanma ile birlikte tefekkürün
önündeki engeller yok olur ve bu “hal”
kişiye akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim kazandırır.
Akl-ı selim yani sağlam akıl ile doğru ve yanlışı,
Kalb-i selim ile iyiyi ve kötüyü,
Zevk-i selim ile de güzel ve çirkini öğreniriz. Bu üç
“sağlam/selim” birbirinden
ayrılmamalı ki tefekkür süreci müfekkiri hakikate eriştirsin.
Tefekkürle işlerimize, hayatımıza ve
ibadetlerimize daha derin anlamlar kazandırmalıyız. Çünkü salt bilme insanı
helake kadar götürebilir. Resul-i Ekrem’in (sav):
İnsanlar helak oldu, âlimler hariç. Âlimler de helak oldu, amel edenler
hariç. Amel edenler de helak oldu ihlaslı olanlar hariç. Muhlisler de büyük
tehlikededirler,
buyururken bize tefekkür de olsa samimiyetsizinden, bereketsizinden hayır
gelmeyeceğini öğretiyor.
Tefekkür, ya Allah’ın ayet ve sanatı hakkında
olur, ya azamet ve kudret-i ilahiyye hakkında olur, ya nimet-i ilahiyye ya da
Allah’ın sevap vadettiği ve ceza ile tehdit ettiği konularda olur.
İlki ile marifet, ikincisi ile hayat,
üçüncüsünden muhabbet ve dördüncüden de taat arzusu ve masiyet korkusu doğar.“[3]