İlahi öğretide tedebbür (2)
Kur’an-ı Kerim’in tedebbür etmemizi istediği vahiydir. Tedebbürün düşünme ile alakalı olduğunu daha önce de söylemiştik lakin bu düşüncenin yönü daha ziyade vahyin arkasındaki gücün bilinmesi ve bu gücün takdir edilmesi ile ilgilidir. Böylelikle vahyin menşeine iman edildikten sonra içeriğini kavrama ve içeriğe uyma kolaylaşacaktır.
Tedebbürün,
“Bir sözün arkasında yatan maksadı ve
merâmı anlamaya çalışmak, bu amaçla o söz üzerinde düşünmek” olarak
anlaşılması da mümkündür. Ancak söz konusu söz, kavl, vahy
olunca durum direkt olarak Allah Subhanehu Teâla’nın azameti ile ilgili bir
kalıba dönüşüyor. Zira söz, kavl, vahy Allah Teâla’nın peygamberlere
gönderdikleri buyruklarla alakalıdır. Dolayısıyla insanlar gelen vahyin
arkasındaki gücü idrak edip kabul ederse pek çok sorun kendiliğinden
hallolurdu.
“Kur’an’ı tedebbür
etmezler mi? Eğer Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok sayıda çelişki
bulurlardı.”[1]
Ayetinde de görüldüğü üzre şayet insan tedebbür eder ise bu ayetlerin ve
Kur’an-ı Mubin’in Allah Teâla’dan gayrısından gelmediğini idrak etmek için
yeterli delil bulacaklardı. Çünkü tedebbürde bu muazzam ayetlerin arkasında
yanılmaz, şaşmaz, her şeye malik ve her şeyin bilgisine sahip yegâne güç olan
Allah Teâla olduğu görülecekti/r.
Keza;
“Bu sözü tedebbür etmediler mi? Yoksa
kendilerine, eski atalarına gelmemiş olan bir Kitap mı geldi?”[2]
ayetinden de anlaşılıyor ki şayet vahy
üzerinde tedebbür edilseydi onun türedi bir şey olmadığını, atalarına gelen
kitapların kaynağından gelen vahy olduğunu ve bu sözlerin arkasında Allah
Subhanehu Teala’nın olduğunu göreceklerdi. Bu yüzden başka bir ayet-i celilede:
“Kur’an’ı tedebbür etmezler mi? Yoksa
kalpleri üzerinde kilitler mi var?”[3] buyurularak insanların ayetler üzerinde
gerekli bir şekilde düşünmedikleri, bu yüzden de inen vahyin arkasındaki gücün
Allah cc olduğunu idrakten mahrum kaldıkları ve bunun da kalplerin kilitli
olmasıyla özdeş olduğu vurgulanıyor.
Muhammed
Suresi 25. Ayet-i Celile ise tedebbür etmeyenler için, “Doğruları bütün açıklığı ile gördükten sonra sırtlarını dönenleri Şeytan
aldatmış ve onlara umut vermiştir.”[4] buyurulur. Demek ki tedebbür
eksikliği insanların doğruları görmelerine ve hakka teslim olmalarına mani
oluyor. Şayet tedebbür etmiş olsalardı muhakkak bu vahyin kaynağının yeri ve
göğü yaratan Allah Tebarek Teâla olduğunu kabul edeceklerdi.
Kur’an’ı tedebbür etmezler mi? Eğer
Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok sayıda çelişki bulurlardı.[5] Çelişkiden münezzeh olan Kur’an-ı Mubin’in
arkasında Âlemlerin Rabbi’nden başkasının olması düşünülemezdi. Ancak her şeyi
yaratan, yer şeyin Maliki, her şeyin müdebbiri olan Allah’tan cc gelen vahiyde
çelişki bulunmaz. Yoksa kulun eserinde nakısa ve tenakuzun olmaması
düşünülemez.
Ayet-i
Celilelerden de anlaşılıyor ki tedebbür bir düşünme biçimidir. Söz konusu vahy
olunca tedebbür etme ile vahy Sahibi’nin azameti ile indirdiği vahyin arkasında
olması kast ediliyor.
Kök
olarak “arka” ya da “peşinde” gibi anlamlara gelen
tedebbürün Kur’an-ı Kerim ile ilgili kısmında arkasındaki gücün bilinmesi ile birlikte bizden yapılacak ya da
yapılan işin, söylenecek ya da söylenen sözün, meydana gelen olayın arka planı
hakkında bilgi sahibi olmasını ve bu konuda gerekli TEDBİRin alınmasını ister.
Tedebbür ile tedbirin aynı kökten türemiş olması bu anlamı pekiştirmektedir.
Düzeltme: Önceki yazımızın 2. Dip notunda
sure ve ayet numarası sehven hatalı yazılmıştır. 2. Dipnotun sure ve ayet
numarası 38:29 olacaktır. Düzeltir, özür dileriz.