İkinci Meclis: Servetsiz zenginler
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür gâmsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Hoşça
bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh
Gâlib
Issız
gecelerde kendi ışıkları ile yolculuk edenler, şahların parıltılı taçlarına
küçümseyerek bakarlar. Geçen hafta hayalen asırlar ötesine uzandık. Birinci
meclisine iştirak ederek huzur bulduğumuz o İnsan-ı kâmil’in bugün “ikinci
meclisine” konuk olacağız. Mevlânâ’nın sesinin yankılandığı vakitlere erişecek;
bu meclisten hissemize ne düşecek göreceğiz. Yine hamd ve yakarışla başlıyor konuşmasına.
“Sultânım”, diyor. O sesteki samimiyet ruhumuzun derinliklerine işliyor.
“Sultânım, samimi bir yakarışla meclisimizde toplananları iki cihanın mutluluk
ve muratları ile donat. Bizi iyilikle anan herkes, dünyada iyilikle anılsın”
Amin, diyoruz. Meclisimizin şâhı, bir başka meclisten konu açıyor. Biz ise
hissemize düşeni almak için kalp ve akıl gözümüzü açıyoruz. O, Anlatıveriyor: “Bir
gün insanlığın reisi bir mecliste oturuyordu. O bilgi bahçesinin bülbülü, gül
dalına konarak sırların inci kutusunu açtı ve halka halka oturmuş cânlara şu
sözü söyledi: Günahların zilletinden
çıkıp, takvanın izzetine erişen kimseyi, Allah malsız zengin eder.” Takva
onun süsü olur. Ticaretle uğraşanlar mal çokluğu ile zengin olduğunu sanırlar.
Berrak sudan haberi olmayan kuşun bütün yıl gagası acı sudan çıkmaz. Kainat
ağacının hem çekirdeği hem de meyvesi olan Zat, “asıl zenginliğin gönül zenginliği olduğunu” ifade etmiştir. Celâleddin-i
Rûmî, birden bakışlarını etrafında halka halka dizilmiş, gönül akçesini hakikat
madeninde arayanlara çevirir ve konuşmasına devam eder:
Ey
bütün mahallelere yabancı olan ve ey bütün nakitlerden nasipsiz olan insan! Bu
iş, söylenesi değil, işlenesidir. Bu dünya elde tutulası değil, bırakılasıdır.
Nimet istiyorsan kulluk et. Hüdhüd ol ki Süleyman, Belkıs’a gidecek mektubu
sana versin. Rüzgâr ol ki Yakub, Yûsuf’un haberini senden sorsun. İflas
edenlerden olma, yoksa halin misaldeki tilki gibi olur. Bir gün, bir tilki
ormana gider. Orada bir ağacın gövdesinde asılı duran bir davul görür. Rüzgârın
her esişiyle birlikte ağacın dalı davula vurur ve davuldan yükselen sesler
tilkinin kulağına erişir. Tilki davulun büyüklüğüne ve sesin yüksekliğine
bakarak ihtirasa kapılır. Bütün gün davula ulaşıp etinden ve derisinden
istifade etmek üzere çabalar durur. Davulun çevresindeki dikenleri aşarak
nihayet davula ulaşır ve davulu parçalayarak içerisinde et arar lakin hiçbir
şey bulamaz. Hüzün dolu bakışlarla “Avım elden gitti, yüreğim yandı;
yaptıklarım boşmuş” der. Akıllı olanlar bu tilki ormanı olan dünyada, nefis davulunun
sesine iltifat etmez. Aksi halde ömür, hebâ olur, gençlik hevâ olur, hayat azâb
olur.
İkinci
Meclis’te biz, hissemize düşenleri alıyoruz. Yüzünden tebessüm, dilinden umut
ışıkları yayılıyor, halka halka göğe yükseliyor tümceler. Sözlerine başlarken
mecliste hazır bulunanlara dua eden Rûmî, bitirirken sözlerini yine aynı
samimiyetle hoş temennilerde bulunur: Dostlarım, güzel davranışlı âşıklar!
Hayatın baharında hoş bir nefes yollayın ona, gönülden yakarışın sancaklarını
çekin. Kulaklarınıza sevgilinin halkasını takın. Bilen kişinin varlık gemisi
şaşırtıcıdır. Gören kişinin kuyuya düşmesi şaşırtıcıdır. Denizde gemi olması
şaşırtıcı değil lakin bir gemide bin deniz olması şaşırtıcıdır.