Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
12 Aralık 2018

İki kapılı handan bir Vehbi Koç geçti

Babası Koçzade Hacı Mustafa Efendi sünnet hediyesi olarak Vehbi Koç’a bir eşek alır. Vehbi bu hediye ile gayrimüslimlerin çocuklarıyla yarışa girer, her defasında da onların eşekleri kazanır. Bu durum çok zoruna gitmektedir. Başarılı bir şekilde devam ettiği (Taş Mektep) Ankara İdadisi’sini bırakıp ticarete atılmaya karar verir. Henüz 15’indeyken babasıyla birlikte Çengelhan’da bir manifatura dükkanı açar. Bu başlangıç, ticaret ve sanayi imparatorluğunun ayak sesleridir.

Tarihler 1932’yi gösterdiğinde Türkiye’nin en zengini, 11 milyon liralık servetiyle Nuri Demirağ iken, Ankara’nın en zengini ise Vehbi Koç’tur.

Daha sonraki dönemde Nuri Demirağ’ın yerli ve millî sanayide attığı büyük adımlar dönemin Millî Şefi tarafından sekteye uğratılınca, bu şöhretini kısa sürede kaybeder.

Hayat boşluk kaldırmaz ve bu boşluğu yaptığı güzel hamlelerle Vehbi Koç doldurur. Uzun yıllar Türkiye’nin en zengin insanı olarak anılır.

Bu dönemde Demirağ ailesi ile Koç ailesi arasında bağlar gelişir. Öyle ki, Abdurrahman Naci Demirağ ile Vehbi Koç’un dünyadaki dostluğu ukba yolculuğunda da devam eder. Zincirlikuyu’daki aile kabristanlarının karşı karşıya olması da bu dostluğun tezahürüdür.

Diğer taraftan ise Abdurrahman Naci Demirağ’ın Turgut Demirağ’dan olma torunu Nevbahar Koç’un Vehbi Koç’un Rahmi Koç’tan olma torunu Ali Yıldırım Koç’la evliliğiyle ailenin dostluğunu pekiştirir.

Ali Yıldırım Koç resmen Sivaslıların eniştesi olur.

Fenerbahçe Spor Kulübü eski başkanı Aziz Yıldırım’dan her fırsatta memnuniyetlerini dile getiren Sivassporlular, çiçeği burnundaki başkan Ali Yıldırım Koç’tan da aynı özveriyi bekliyor. Fakat şu günlerde Ali beyin Sivasspor’u düşünecek hali yok. Deplasmanda Akhisarspor’a 3-0 yenilmesinden sonra 14 puanla sondan ikinciliğe yerleşen Fenerbahçe’de sıkıntı çok büyük!.. İstifa sesleri Meksika Dalgası gibi yayılıyor!..

“VEHBİ KOÇ ANLATIYOR-BİR DENEME”

Neyse yeşil sahalardan en başa dönelim; Vehbi Koç’un hayatına.

Binlerce aileye ekmek kapısı açmış baba Koç’un yaşam serüvenine dokunalım. O tecrübelerini anlatsın, biz dinleyelim…

Vehbi Koç Anlatıyor-Bir Derleme” kitabı Yapı Kredi Yayınları tarafından Temmuz 2018’de okuyucusu ile buluşturuldu. Vehbi Koç Vakfı’nın katkılarıyla hazırlanan eserin editörlüğünü Gürel Tüzün yapmış. 396 sayfadan mütevellit kitap, zamandan bağımsız bir neslin faydalanabileceği bir rehber hassasiyetiyle hazırlanmış.

Vehbi Koç’un 1972 yılında kadarki yaşamını okurlara sunduğu ilk kitap olan “Hayat Hikâyem” 1973 yılında yayımlandı. Koç, 1970’li yılların başlarından itibaren yaşadığı günleri, iş ve hayat tecrübelerini ise, 1987 yılında yayımlanan “Hatıralarım, Görüşlerim, Öğütlerim” kitabında anlattı.

Her iki kitapta da metinler belirli temalar altında sunulmuştu. “Vehbi Koç Anlatıyor-Bir Derleme” kitabı ise yukarıda zikrettiğimiz iki kitaptan seçilmiş metinlerin kronolojik bir sıralamayla ve belirli dönemler itibariyle sunulduğu bir derlemeden oluşturulmuş.

“ÜZÜME ALACA DÜŞTÜĞÜ ZAMAN” DOĞMUŞ

Bizim tecrübemiz Vehbi Koç’un yanında devede kulak. Ukalalık etmeden artık sözü Vehbi Koç’a bırakalım. O anlatsın, biz can kulağıyla dinleyelim…

Tarihler 1901’i gösterirken Keçiören’in altında, Çoraklık denilen bir semtte yazlık evimizde doğmuşum. Kışlık evimiz ise, bugün adı Anafartalar Caddesi olan eski adıyla Efe Mahallesi’nin Karaoğlan Caddesi’nde uzun zaman İmar Müdürlüğü’nün ve altında Atlas Ayakkabı Mağazası’nın bulunduğu yerdeydi.

Doğduğum yıl belli, fakat gün anneme göre “Üzüme alaca düştüğü zaman”mış. Her gittiğim yerde farklı bir tarih söylüyorum; problem çıkıyor, mizah konusu yapılıyor. Baktık olmuyor, doğduğum günü 20 Temmuz olarak kararlaştırdık.

SU YOK, ELEKTRİK YOK, SOBA YOK...

Babam Koçzade Hacı Mustafa Efendi, annem Kütükçüzade Hacı Rıfat Efendi’nin kızı Fatıma. 3 kardeşiz, ailenin tek erkek çocuğu benim.

Çocukluğumun geçtiği yıllarda, evlerimizde ne su, ne elektrik, ne de ısınmak için kömür sobası vardı. Evin su ihtiyacı çeşmelerden küp ve ibriklerle tedarik edilirdi. Ailece yıkanmak için de mahallenin hamamına gidilir, o da ancak ayda bir defa yapılabilirdi.

Ders çalışırken 8, misafir geldiği zaman ise 14 numaralı gazyağı lambası yakılırdı.

1.Dünya Savaşı’nda ekmek yok, şeker yok, çay yoktu. Çayı bulunca pekmezle içerdik.

ANKARA’YA İLK “GÂVUR ARABASI”NI ASLANGÜLLER GETİRDİ

Mağazalar sabah namazıyla açılır, akşam namazı vakti kapanırdı. Akşam namazı kılındıktan sonra yemek yenir, yatsıdan sonra yatılırdı.

Bir yerden bir yere gitmek için yürünür ya eşeğe, ya da atlı arabaya binilirdi. Yani anlayacağınız çocukluğumun geçtiği Ankara’da otomobil yoktu. Hiç unutmam Ankara’ya ilk otomobili Arslangüller adında bir Katolik tüccar getirdi. Bütün Ankaralılar Taşhan’ın önünde toplandı, ismini de “gâvur arabası” koydu.

BABAM SÜNNET HEDİYESİ OLARAK EŞEK ALDI

O devirde en büyük eğlence düğünlerdi. Sünnet düğünlerinde davullar, zurnalar çalınır, büyük törenler yapılırdı. Ben sünnet olduğumda hiçbir tören yapılmadı. Sünnet olacağım zaman önce berber geldi, beni sünnet etti. Sonra babam hediye olarak bir eşek aldığını söyleyince pek sevindim ve acımı unuttum.

YORGUNLUKTAN GELİNİN YÜZÜNÜ AÇMAYI UNUTTUM

Evlenmeler de tabii bugünkü gibi değildi. Eve hocalar gelir, evlenecek tarafların biri bir hocaya, diğeri bir hocaya vekâlet verirdi. Karşılıklı konuşulur “mihri müeccel” tespit edilirdi. Biz de eşim Sadberk hanımla, (Eşim Aktarzade Sadberk Hanım’ın babası Atttarbaşızade Sadullah da, Hacı Bayram soyuna bağlı Müderriszadelerden Sadullah İzzet’in kızı Necide Kadın’la evlenen Attarbaşızade Emin Efendi’nin oğludur) hocalara vekâlet verdik, hocalar 3 altına anlaştılar, böylece evlendik. Düğünümüz 1 hafta sürdü. Düğünde öyle yorulmuşum ki, gelinin yüzünü açmayı bile unuttum. Neyse uyardılar da gelinin yüzünü açtım. Evlendiğimiz teyzemin kızı Sadberk hanımın yüzünü yazından ilk defa böyle gördüm. 47 yıllık evlilik hayatımın ve aile düzenimin, iş hayatımda başarımda çok büyük yeri vardır.

GAYRİMÜSLİMLER KEYFİNCE YAŞIYOR, BİZ SÜRÜNÜYORDUK...

Ankara halkının çoğu Müslüman Türklerden oluşmakla beraber, Hıristiyanlar ve Museviler de vardı. Onlar keyfince yaşıyor, biz ise deyim yerindeyse sürünüyorduk.

Çocukluğumda hiç unutmadığım olaylardan biri 1908’in Temmuz’unda 2. Meşrutiyet’in ilânıydı. Sokakta “hürriyet ilân edildi” diye şenlikler yapılıyor, içki içiliyor, silahlar sıkılıyordu.

ÇOK İYİ KUR’AN OKURDUM

Ankara’da 5 yaşına gelen çocukları “mahalle mektebi”ne verirlerdi. Beni de Hacıbayram Camii’nin yanında “Topal Hocanın Mektebi” denilen mahalle okuluna gönderdiler. “Elif cüzü”nü sökmek okumanın başlangıcıydı.

Mahalle okulunu bitirdikten sonra Hacıbayram Camii’nin yanında kiralanmış bir okula verdiler. 5 yıllık ilkokulu birincilikle bitirdikten sonra beni Ankara’da şimdi Dil ve Tarih -Coğrafya Fakültesi İhtisas Hastanesi’nin bulunduğu yerde Taş Mektep adındaki idadiyeye verdiler. Bu okul şimdiki liselerin karşılığıydı. Buradaki en büyük rakibim, İstanbul’dan gelen öğrencilerden Ekrem Başaran adındaki bir arkadaştı. O iyi resim yapar, ben ise iyi Kur’an okurdum.

Taş Mektep denilen Ankara İdadisi kuvvetli bir okuldu, burada iyi öğrenciler yetiştirilirdi. Mezunlarının büyük bir kısmı hayatta başarılı olmuş insanlardır. Bu okulda din dersleri okumak ve öğle namazlarını okulda kılmak zorunluydu.

Derslerine çalışan, okulun, okumanın tadını almış bir öğrenci olmamla birlikte ailemin bütün ısrarlarına rağmen, bir tasdikname alarak orayı bitirmeden okuldan ayrıldım.

TİCARET ERMENİ, RUM VE MUSEVİLERİN ELİNDEYDİ

Babam Koçzade Hacı Mustafa Efendi medreseye devam etmiş, hoca olmuş, fakat hiçbir iş yapmamıştı. Dedemden kalan binalardan ailesini geçindirir, boş zamanlarında dinî kitaplar okurdu.

Evimiz Ankara’nın güzel semtlerinden birinde, cadde üzerindeydi. Altında dört dükkân vardı. Babam bu dükkânları ticaret yapan gayrimüslimlere verirdi. Ankara’nın bütün ticareti Ermeni, Rum ve Musevilerin elindeydi. Müslüman Türkler ülkenin sahibi olmakla birlikte, çoğunlukla bu üç zümrenin emrinde çalışan, basit hayat süren kimselerdi.

Şimdiki Keçiören’de bahçe içindeki evi babam, Mareşal Fevzi Çakmak’tan 1923 senesinde 2.900 Türk Lirası’na aldı. Burası şimdi Keçiören’de mevcut olan evimizdir. Çoraklık’taki bizim evi merhum Celal Bayar’a 1.700 Türk Lirası’na sattık. Benim 4 çocuğum Keçiören’de doğdu. O yüzden Keçiören’deki evin hatırası büyüktür.

Yoldan geçen, şehirden bağa gelen Hıristiyanların hayvanlarının bakımlı olması, çeşitli güzel arabalarla yazlıklarına gitmeleri beni imrendirirdi, onlar gibi olmak isterdim. Bunun çaresini de çabucak hayata atılıp iş yapmakta gördüm. Esnaf olmaya karar verdim. “Eğer Allah bana 50 bin liralık servet verirse, Ankara’da 5 katlı güzel bir mağaza açacağım” diye kendi kendime söz verdim.

“GEÇİM DARLIĞI”NDAN DOLAYI MEKTEBİ TERK ETTİM

Annemin babası merhum Kütükçüzade Hacı Rıfat Efendi âlim, çok akıllı bir insandı. Okulu bırakma kararımı büyükbabama anlattım. Israrcı olunca, büyükbabam, “Diyki maişet (geçim darlığı) dolayısıyla mektebimi terk etmek mecburiyetinde kaldım, lâzım gelen tasdiknamenin verilmesini arz ederim” şeklindeki dilekçeyi yazarak bana imzalattırdı. Dilekçeyi okula verdim ve tasdiknamemi aldım. Bu dönemde tam 15 yaşındaydım.

Çocukluk devremden sonra en uzun süren dostluklarım “11’ler” dediğim arkadaşlarımla olmuştur. Gençliğimde, çalışmaktan başka en büyük zevkim, Ankaralı bu 10 arkadaşla 15 günde bir buluşup yemek yemek, sohbet etmekti.

Aktarbaşı Mehmed Efendi, İsmet Beyzade Nazif Bey, Kütükçüzade Fevzi Bey ve Koçzade Hacı Mustafa Efendi adında 4 arkadaş bir araya gelerek buğday ticareti yapmak üzere ortaklık kurmaya karar vermişlerdi. Köylüden buğday, arpa alacaklar büyük Hıristiyan tüccarlara satacaklardı. Ben de babamın yanına gider gelir, yaptıklarını görürdüm. Basit işti, hoşuma gitmedi.

TİCARETE MANİFATURACILIK DÜKKANIYLA BAŞLADIM

Daha sonra isteğim üzerine babam beni, sonradan kayınpederim olan bacanağı Aktarzade Sadullah Efendi’nin ortak olduğu, manifaturayla uğraşan ticarethaneye gönderdi. Bu mağaza Atpazarı’nda, Çengelhan’ın içinde Aktarzadelerin mağazasıydı. Bu şirkette bir yaz tatili 5 ay kadar çalıştım.

Manifatura işi hoşuma gitmişti. Bu arada 4 ortak bilmediğim bir nedenle ayrıldılar, her biri kendi başına bir iş tuttu. Biz de babamla evimizin altında, şirketin üzün sattığı mağazanın yerinde, 120 lira sermayeyle bir dükkân açtık. 1917’de kurulan bu firmanın adı ve adresi “Koçzade Hacı Mustafa Rahmi, Karaoğlan Çarşısı, Ankara” idi. O yıllarda her dükkân açan Türk, başka bir şey bilmeyip bakkallıktan işe başladığı için, biz de bakkallıktan başladık...”

Eee artık bundan sonrasını “Vehbi Koç Anlatıyor-Bir Derleme” kitabından okuyuverin lütfen.

ANEKDOTLAR...

ADNAN MENDERES’E HÂLÂ YANARIM!..

2.Dünya Savaşı yıllarının kaçınılmaz sıkıntıları sebebiyle iyice yıpranan Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Merkez Bankası’nda biriktirdiği 280 milyon dolar, Adnan Menderes iktidarının 4 yılında eriyip tükeniverdi. Elde döviz kalmadığından benzin ve gazyağı sıkıntısı başladı. Mal kıtlığı, her alanda yokluk ve karaborsa meydana getirdi.

Menderes beni bile benzin karaborsası yapmakla suçlayarak polis marifetiyle İstanbul’dan Ankara’ya çağırtmış, bana lâyık olmadığım muameleler yapmaya kalkmış, sonra gerçeği öğrenince de özür dileyip gönlümü almaya çalışmıştı…

Adnan Menderes şahsen çok iyi bir insandı. Çok duyguluydu. Memlekete bir şey yapmak için samimi gayretler içindeydi. Özel sektör yanlısı bir ekonomi takip ediyordu.

1957 seçimlerinde, İş Bankası Umum Müdürü Ahmed Dallı Bey vasıtasıyla, Menderes’in seçimler için partisine 500 bin lira yardım etmemi istediğini öğrenince, bu parayı ödedim. 1960 İhtilali’nden sonra, askeri savcı beni “Parayı niye verdin?..” diye bir hayli sıkıştırdı.

Partizanlığın, bu kıymetli devlet adamımızı hepimizin bildiği akıbete sürüklemiş olmasına bugün bile hâlâ yanarım. Allah rahmet etsin.

HACCA GİTMEK ÇOCUKLUĞUMUN EN GÜZEL HAYALİYDİ

Çocukluk devrimin hafızamda yer eden önemli izlerinden biri Hac yolculuğudur. O zamanlar Hicaz’a gitmek büyük bir işti. Biri Hicaz’a gidecek olursa, 6 ay önceden hazırlık yapılırdı. Hacca giden, konusu, komşusuyla, dostlarıyla çoluk çocuğuyla helalleşirdi. Hac yolculuğunda sıcaklık ve çekilen cefa yüzünden gidenlerin çoğu dönmezdi. Gelen hacılara da büyük törenler yapılırdı.

Tren, Ankara’ya 2. Sultan Abdülhamid döneminde 1902’de gelmiş. O yıllardan sonra Hac yolculuğuna trenle çıkılmaya başlanmış. Merhum babamın Hacca gidiş ve gelişini hiç unutmam.

Çocukluğumu etkileyen bu Hac yolculuğu aklımdaydı, tabii yıllar geçtikçe usuller, yollar değişiyordu. Müslüman olduğum için benim de Hicaz’a gitmem farzdı, ama bu yolculuğu hemen çabucak yapmalıydık, hem de fazla rahatsız olmamak için iyi bir program hazırlanmalıydı.

1958 yılında, 57 yaşındayken Hacca gitmeye karar verdim. Hazırlıklar 1 yıl önceden başladı. Hacca gideceğimi evde söyleyince, annemle hanımım, “Seninle biz de geliriz. Elimize bir fırsat geçti, başka zaman nasıl gideriz?” diyerek gelmekte direttiler. Kız kardeşimin kocası genç yaşta vefat etmişti. “Benim kimsem yok, beni de götür” dedi.

Böylece benim program değişti. Hac yolculuğunun doğru yapılabilmesi için daha fazla bilgi edinmem gerekiyordu. İyice tetkik edip, bu hususta yazılmış 4 eser okudum.

Okuduğum bu kitaplara göre Hac görevini yapabilmek için üç şart vardı: İhrama girmek, Arafat’ta vakfeye durmak ve Kâbe’de tavaf yapmak.

Fatih ve Eyüp Sultan Camii’lerinde Cuma namazlarını kıldım ve bir kurban keserek dua ettim.

Yola çıkmadan önce gerekli bütün hazırlıkları yaptık. Bu işler bittikten sonra iş arkadaşlarıma bir genelge gönderip Hacca gideceğimi bildirdim. Vasiyetimi yazdım, Beyoğlu 4.Noteri’ne verdim. Oğlum Rahmi’ye bir mektup yazıp, hayatta nasıl bir yol tutması gerektiği hakkındaki düşüncelerimi bildirdim.

Artık Hacca hazırdık. Annem, hanımım ve kız kardeşimle birlikte 22 Haziran 1958’de Beyrut’a vardık. Ertesi sabah gene uçakla 40 dakikada Cidde’ye, akşam da bir saatlik bir uçak yolculuğuyla Medine’ye gittik. Medine’de Peygamberimizin, Ebu Bekir-i Sıddık ve Hazreti Ömer’in kabirlerini, Kuba, Kıbleteyn ve Hendek Mescidlerini ve Cennet’ül Bâki Kabristanı’nı ziyaret ettik.

25 Haziran günü otomobille Mekke’ye gittik. Mekke’de Kâbe’yi Muazzama, Safa ve Merve’de sa’y, Arafat ve Müzdelife’yi ziyaret ettik. Mekke’den Mina’ya gene arabayla gidip orayı da gezdikten sonra geceyi Mina’da geçirip akşama Mekke’ye döndük. Mekke’de veda tavafı yapıldıktan sonra akşama Cidde’ye döndük. Oradan da dostlara veda edip ertesi gün Beyrut’a, oradan 2 Temmuz 1958’de İstanbul’a döndük.

Babamın 51 yıl önce 9 ayda yaptığı bu kutsal yolculuğu ben 11 günde yaptığım ve umduğumdan daha güzel ve bereketli geçtiği için Allah’a şükrettim.

6 yaşından beri merak ettiğim, uzun yıllar düşünüp tasarladığım Hac görevimi yerine getirebildiğim için çok memnunum.

“Hayatta başarılı olmanın sırları arasında belki de en önemlisinin, başkalarının tecrübelerinden yararlanmak, verilen öğütleri can kulağı ile dinlemek, ilgili yayınları dikkatle okumak ve kazanılan bilgileri değerlendirmek olduğuna inanıyorum.”

VEHBİ KOÇ