İhtiyaç üzerine tarihe yöneldim
Mehmet Nuri Yardım
Burak
Yayınları ve Çatı Kitapları’nın kurucusu Nazım Tektaş, yayıncılığını,
yazarlığını ve dostluk kurduğu şair ve yazarları anlatıyor.
1945
Yozgat’a bağlı Sarıkaya ilçesi Karayakup köyünde doğan Nâzım Tektaş,
terzilikten yayıncılığa geçmiş ve önemli kitapları yayımlamış idealist bir
naşir. 1970’li yıllarda Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’nda Burak Yayınları’nı
ve kitabevini kurdu. Oğulları Oğuz ve Turan ile birlikte uzun yıllar yayıncılık
yaptı. Birçok gazete ve dergide edebî çalışmaları yayımlanan Tektaş, şiirlerini
Vurgunum kitabında topladı.
Yayımlanan eserleri arasında Osmanlı I - Çadırdan Saraya, Osmanlı II -
Saraydan Sürgüne, Osmanlı Devleti’nde Kardeş Katli - Gün Görmeyen Şehzadeler,
Sadrazamlar da bulunuyor. Şimdi
sadece kendi kitaplarını kaleme alan yayıncı, şair, yazar ve tarih
araştırmacısı Nâzım Tektaş ile yayın dünyamızı merkeze alan bir mülakat yaptık.
Nâzım Bey, yayıncılık yaparken yakından tanıdığı şair ve yazarlarla alakalı
hatıralarını da anlattı. Suallerimiz ve aldığımız cevaplar şöyle:
İstanbul’a
ilk olarak ne zaman geldiniz? Önce hangi mesleği icra ettiniz. Ben terzilik
mesleğini yaptığınızı duymuştum, doğru mu? Bu mesleği hangi semtte icra
ediyordunuz? Mesleğinizi yaparken edebiyatla ilginiz sürdü mü? Bu meslekten
yayıncılığa geçişi nasıl oldu? Burak Yayınları 1970’li yılların sonunda hem
Beyaz Saray Çarşısı’nın hem de Türkiye’nin sayılı yayınevlerinden birisiydi. Sanırım
düzenli ziyaretçileriniz arasında kadim dostunuz merhum şairimiz Dilâver Cebeci
de vardı. Başka kimler gelirdi kitabevine? Neler konuşurdunuz? Biraz o
günlerden bahseder misiniz?
Gezmek
için ve misafireten sayılmazsa; İstanbul’a 1970 Ramazan ayının ortasında geldim
ve yerleştim. Bahçelievler’de, zikredilen mesleği icra ederken, her fırsatta
kitapçıları dolaşırdım. Hisar Yayınevi sahibi arkadaşım Mevlit Karaca’nın
teşvikiyle (Onun sayesinde denebilir) Beyazsaray’da, yayıncılık deryasına
(balıklama) daldım. Dilâver Cebeci’den başka pek çok arkadaşım, dostum, ahbabım
gelirdi. Anılacak isimlerin seçimi zor, tamamını sıralamak imkânsız. En fazla
görüştüklerimizden aklıma ilk gelenler sıralamasına, sonradan meşhur olmuş o
zamanın gençleri dâhil edilmeyecek. Enis Öksüz daha sık olmak üzere Ahmet
Arvasi Hoca, Mustafa Erkal, Fikret
Gezgin, İsmail Yakıt, Orhan Türkdoğan, Ali Murat Daryal, Ergun Göze, Yümni
Sezen ve tabii başkaları sohbet için gelirdiler. Seyyid Ahmet Arvasi için özel bir bölüm açmak
icap eder; lâkin onu da buraya sıkıştıracağım.
Ahmet Arvasi’ye Hayranlığım
Arvasi
Bey’i yazdıklarıyla tanıyıp, hayranı olmuştum. 12 Eylül darbesiyle hapse
düşmüştü; serbest kalışından sonra görüşüp, tanışmamız nasip oldu. İkimiz de
birbirimizi arıyormuş ve tesadüfen bulmuşuz gibi olduk. (Benim duygularım
böyle) Birkaç defa geldi, daha çok onun konuştuğu sohbetlerimizle birbirimize
adamakıllı ısındık. Arvasi Hoca geldiğinde etrafımız kalabalıklaşır, baş başa
kalmamız zorlaşırdı. İş, yazar-naşir ilişkisine dönene kadar samimiyetimiz
arttı ve onun ziyareti sıklaştı. Dikkatimi çeken bir hususiyeti vardı Arvasi
Bey’in: Üzerine geldiği konu kafasına yatmıyorsa, herkesi memnun edecek bir
usulle istediği yere çeker, tadını çıkarırcasına anlatırdı. Sohbetin farklı bir
mecrada seyrediyor olması kimseye, “Nereden
nereye geldik.” dedirtmez hatta “İyi
ki buraya geldik.” bile dedirtirdi. Bu hususta yanıldığımı sanmıyorum:
Arvasi
Bey’le münasebetini kurmak için, Taha Akyol’u da misafirimiz edeceğiz; ama
kısacık: Tercüman Genel yayın Müdürü
iken gazetede yazıyor, ilgiyle takip ediliyordu. Bir gün Arvasi Bey, Taha
Bey’le mahpushane arkadaşı
olduklarını, soğuk bir gecede, üşümesin diye paltosunu onun üzerine örttüğünü
ve ertesi güne kendisinin hasta çıktığını söylemişti. Muhabbet esnasında Arvasi
Hoca’nın neler dediği aklımda kalmamış, fakat kendi sözüm-tespitim- aklımda: “Dolu bir insan, lâkin kendisini Mümtaz
Turhan yerine kaymak için acele ediyor!” Galiba yanılmışım.
İlerleyen
zamanda, bir kitabını bastırmamız konusunu telefonla görüşüp anlaştık, sonra
gazeteye gittim, sohbette kırk yıllık dost gibiydik. Beyazsaray’a hiç gelmeyen Taha Akyol ile
birkaç buluşmamız oldu lâkin benim sayemde yahut gayretimle. Yine telefonla,
bir başka kitabına talip olduğumu bildirdim; tereddütsüz, “Kitap senin,” dedi. Onun hususiyeti
hakkında söylenebilecek çok şey olabilir, ben bir şey diyeceğim: Taha Akyol
herhangi bir konuya, hak ettiğinden fazla kelime harcamaz.
Dilâver Cebeci’nin Sıcaklığı
Dilâver
Cebeci’yle ortak noktamız çoktu. Ben onu 1970 öncesi Ankara’da tanımıştım; 1980
sonrası İstanbul’da tanıştık. Bana öyle gelirdi ki, Dilâver Cebeci kelimeleri
hazırlayıp manalı bir cümle hâline getirmeye çalışmaz, yüreğinde hazır
duranları, olduğu gibi telâffuz ederdi. Belki böyle içten oluşu sebebiyle
dedikleri ve yazdıkları içimizi ısıtırdı.
Onun
şiirleri ekseri serbest vezinliydi benimkiler hece vezninde. Yazdıklarımı
beğenmediğini söylemedi, fakat ısrarla serbest yazmamı tavsiye ediyordu. Ben,
“Başka türlü yazamam.” dedikçe,
o diyordu ki “Daha güzel yazarsın.”
Meseleyi ilerilere taşıyan Dilâver Bey, mutlaka serbesti denememi ve kendisinin
görmek istediği direktifini
verdi. Bir gün, karar verdim. Konuyla ilgili iki şiirim var; biri kendi
stilimde diğeri onun; sanıyorum, ilk yarı serbest şiirimi kendisi için
yazmıştım; muhtemelen ondan sonra, ilk kıtasını aşağıya alacağım şiiri yazdım.
Epey uzunca şiirin tamamını buraya taşımaya lüzum yok:
Ulu dost ‘yaz görem’ dedi,
Günlerce hep karaladım
İçinde bir şey var diye,
Yüreğimi paraladım
Dilâver
Cebeci’nin, birçok sevdiği-saydığı kişi için yazdığı şiirleri bilirim;
kendisine-hayatta iken yazanı hatırlamıyorum: Bu adam başkaları tarafından
anlatılacak o kadar fazla şeye sahip olduğu hâlde, niçin kimsenin aklına
gelmiyor? İşte böyle düşünüp, yazdım. Şiirden sonraki ilk gelişinde okuduk,
beklediğimden fazla sevdi, memnun oldu; bir kopyasını alıp gitti. Tekrar
görüşmemizde, aklımda kalan iki şey söyledi; iznim olursa bir dergide
yayınlatacakmış! Tabii ki benim için memnuniyet vericiydi. Söylediğinin diğeri,
duyduğum en harika havadislerden biri sayılır: İsimsiz, çok önemli, çok büyük
bir şair şiiri okumuş, demiş ki: “Böyle
bir şiir yazılamaz!” Sağ olsun, hayli abartmış, ama pek sevindim.
Ayhan İnal İle Karşılaşmam
Çemberlitaş
yakınında, Dostlukyurda Sokağı’ndaki yayınevimize giderken, Kubbealtı’nın
yanından geçiyorum. Birden, şair Ayhan İnal ile karşılaştık; ben onu tanıyorum,
o tanıyor olsa da hatırlamadı. Selâm verip, gerekeni söyledim. “Yahu. Mehmet Nuri Yardım’ı alıp, seni ziyarete gelecektim.” dedi. “Hayırdır
inşallah, buyurun, beklerim.” dedim. Dilâver Bey’in,
şiirimi göklere çıkardığını bildirdiği büyük şair, karşımdaki zat imiş:
Yazılana beslediği sevgi nasıl bir şeyse, onun için, yazana teşekkür etme
ihtiyacı duymuş. İyi bir reklam yaptığımı sanıyorum, fakat kastımın bu olmadığı
aşikâr. Şunu ilave edeyim, gerçekten Dilâver Cebeci’yi iyi tasvir ettiğine
inandığım o şiiri ben de o çok beğenirim. Bu şiir, şiir ustasının bir mısra
bile yazamadığı zamana ait olması itibariyle anlamlıdır. Yazanı, okuyanı, dinleyeni
duygulandıran bu şiir, geçirdiği kaza sonucu hafıza ihanetine uğramış, şiirden
koparılmış bir şairi anlatıyor, belki de acı güzelliğini arttıran bu tarafıydı.
Mehmed Niyazi İle Tanışmam
Birkaç
yıl önce ebedî âleme göç eden romancı mütefekkir yazarımız Mehmed Niyazi Bey
yakın dostlarınızdandı değil mi?
Mehmed
Niyazi adını, gençlik yıllarımda okuduğum, Millet
ve Milliyetçilik kitabının yazarı olarak hafızama kazımıştım. Soyadının çok
kullanılan isimlerden olması, önceki asrın insanı olduğu zannı vermişti. Çok
yıllar geçti; Burak Yayınevi’nde Muhiddin Nalbantoğlu ile sohbet ediyoruz.
Vitrine bakan, uzun boylu, incecik bir adam Muhiddin Bey’i heyecanlandırdı;
tanımadığım şahsı, hemen adıyla hitap ederek, içeri çağırdı.
Tarihî
zannettiğim, benden üç yaş büyük Mehmed Niyazi Bey ile o gün, tanışmanın
mutluluğuna erdim. Nasıl kaynaştığımızı bilmiyorum; sonraki yıllara bakınca
diyebilirim ki; farkında olmadan ikimiz de birbirimizi arıyormuşuz!
Mehmed
Niyazi Bey, kısa zaman içinde, Burak Yayınevi müdavimlerinden oldu. Bu
müdavimliği kolaylaştıran ve belki de zaruri kılan bazı sebeplerden bahsedeyim:
Meşrep olarak uyuşuyoruz; oturduğu yer itibariyle, en rahat uğrayabilip, rahat
edeceği yer benim yanımdı. Beyaz Saray
Hatıraları kitabımda anlatılanlar buraya alınmayıp, tekrardan
hoşlanmayışıma feda edilecek.
Ötüken
Neşriyat’ın kurucularından olan Mehmed Niyazi Özdemir Burak Yayınevi’nde
bulunduğu vakitlerde dükkânımız daha kalabalık olurdu. Sonra işler değişti.
Mehmed Niyazi ile aramıza deniz girdi. O, yazdığı gazetede,” Münzevi Hizmet Eri” başlığı altında
kitaplarımdan ve şahsımdan bahsetti; ben onu bir defa Üsküdar’da çalıştığı
kütüphanede ziyaret ettim; son olarak Karamürsel’den, cenazesine gitmiştim. Tabii
Mehmed Niyazi deyince Hilmi Oflaz’ı rahmetle anmamak mümkün değil. İkisi de
birbirini çok seven dostlardı. İkisine de rahmet diliyorum.
Kitabın
daha çok revaçta olduğu yıllardı zannediyorum. Bazı yayıncılar neredeyse kitap
yetiştiremiyordu okuyuculara. Anadolu’ya devamlı olarak kitap gönderiliyordu.
Kitabevlerinden talep geliyordu yayıncılara. O hareketli dönemden söz eder
misiniz? Yayıncılık nasıldı o zamanlar? Kurucusu olduğunuz Burak Yayınevi’nde şiir
kitabınız çıktı. Yıllar sonra tarihe yöneldiniz. Biraz bu eserlerden bahseder
misiniz? Şiir kitabınıza ilgi nasıldı, tarih kitaplarına nasıl oldu? Bir
mukayese yapabilir misiniz?
Sorunun
doğru cevabı, benim sahneye çıkışım hasat mevsiminden sonradır. Yayıncılığa
başladığımda 12 Eylül krizi harlı, büyük bir kısmıyla insanlar kitaplarını imha
etmekle meşguldü. Bilhassa benim hitap edeceğim camia, şiddetli depremde en
ağır hasara uğramış bir beldeden farksızdı. Esas itibariyle, benim acemiliğim
ve ticari açıdan talihsiz bir zamanda meydana atılışım macera sayılabilir.
Bütün
olumsuz şartlara rağmen, her adımdan sonrası daha ferahlatıcıydı. Dinî
kitaplar, yayıncısına fazla sıkıntı yaşatmamış, tarafsız kültür yayıncılığı da
ölümcül yara almamıştı o dönemde. Birkaç sene sonra, biz de kendimize bir yol
açabildik çok şükür. Oğullarım Oğuz ve Turan işe karıştığında kervan düzülmüş,
menzil görülmüştü.
Şiir
kitabından para kazanmak yaşadığımız asırda birkaç kişiye nasip olmuştur.
Şahsım, içten içe meşhur bir şair olma arzusu taşır, lâkin pek de inanamazdım.
İnsanın beklentisi ne kadar küçükse, kavuştuğu o kadar büyük oluyor. Birkaç
gazetede duyurulan şiir kitabım, okuyucu buldu. Kasetlere okuyup, televizyon
kanallarında, radyolarda okuyanlar oldu; bu da benim için yeter. Büyük şair
namı bırakamamış olabilirim belki, kötü namım olmadığını bilmekle avunuyorum.
Tarih Heveslisiydim
Tarih,
heveslisi olduğum, epeyce okuduğum, az çok bir şeyler öğrendiğim, ama yazmayı
aklımın ucundan geçirmediğim bir sahaydı. Kitap almaya gelenlerin ihtiyacına
cevap verebilme gayretine düştüm. Özellikle gençler, okuyabilecekleri evsafı
haiz tarih kitabı bulamıyorlar. Kalabalık ciltler var, fakat her yönüyle ağır
olduğundan, kolay faydalanılacak gibi değil. Yazabilecek epeyce hocadan rica
ile istedim; kimse, kısa bir Osmanlı tarihi yazmaya yanaşmadı. Bir kişi, hazır
kitabı olduğunu, beğenirsen yayınlayabileceğimi söyledi. Bir torba dolusu,
yazılı kâğıdı alıp eve götürdüm, başladım üzerinde çalışmaya. Olmadı, sebebini
anlatmayacağım, hikâyesi uzun.
Oğuz
ısrarla beni teşvik ediyor, Turan ağabeyini destekliyor, beni bana sevdirip,
yazabileceğime inandırıyorlar ve işe başlıyorum. Planlandığı zamanda neşredilen
kitap iyi karşılanıyor, ilgi görüp, methiyeler alıyor: “Marifet iltifata tabidir.” denir ya,
bir miktar iltifatla topladığım cesaret beni, mancınıkta taşmışım gibi ötelere
fırlattı.
Beyaz
Saray’dan sonra Vezneciler’de Yümni İş Merkezi’nde, oradan Cağaloğlu’na, sonra
da Piyerloti semtine geçtiniz. Biraz da o senelerden bahseder misiniz? Burak
Yayınları hâlâ devam ediyor mu, yoksa devrettiniz mi? Son durumunu merak
ediyoruz.
Zaman
içinde devamlı, okur ihtiyacını gözeterek birçok kitap yazdım. Yazı hayatı, iş
hayatımı olumsuz etkilemekteydi. Bütün sakinleriyle beraber, mecburi olarak
Beyazaray’dan ayrılıp, Lâlelideki Yümni İş Merkezi’ne, bir sene kadar sonra da,
oğullarımın arzusu üzerine, Ankara Caddesi’nde, Vilayet’in altındaki yere
taşındık. Yer değişimleri Burak Yayınevi’ni aksi yönde etkiledi. Cağaloğlu
bize, biz de oraya uyamadık. Komşularımızdan sadece Toker Yayınevi sahibi
Yalçın Toker’le birkaç defa görüşebildik; başka kimseyle tanışamadım. Fazla
kalmamızı gerektiren sebep olmadığı, biraz da dükkân sahibimizi memnun edemediğimiz
için, Piyerloti’ye geçtik. Daha evvel, Oğuz’la Turan’ın sahibi oldukları Çatı
Yayınları, son adresimizde işe tamamen hâkim oldu. Bütün yayınlarımız, Çatı
adına neşrediliyor, ben dükkâna devamlı gelmiyordum, sonunda Burak Yayınevi’ni,
gizli ve sessiz bir merasimle defnettik!
30 Cilt Kitabım Yayına Hazır
Yayıncılığı
bıraktıktan sonra kitaplarınızı başka bir yayınevine verdiniz. Şu anda
kitaplarınız hangi yayınevinde neşredilecek?
Yayıncılığı
oğullarım devam ettirirken, kendi kitaplarımın bir başkası tarafından basılıp
dağıtılıp, bana telif ödenmesini tercih etmiştik. İstediğim oldu; giderilmesi
hiç de zor olmayan küçük bir pürüzü, benim kaprisim ile karşımdakinin naz çekmeme arzusuna çarpınca,
karşılıklı anlaşmayla münasebetimiz sonlandırıldı. Kitaplarım için başka
talipler çıktı, görüşmeler hatta sözlü anlaşmalar yapıldı, fakat tarafımca
anlaşılmayan bir sebeple sonuç alamadık. Bu hususun fazla irdelenmesinde fayda
görmüyor, belki de nasibimiz bu
kadarmış deyip, şimdilik susmayı yeğliyorum. Daha evvel basılan,
aşağı yukarı satışta hiç birinin kalmadığı 20 cildin dışında, baskıya hazır 10
adet kitabım var. Kısmetse basılır, değilse modamız geçmiş der, otururuz:
Bütün
dünyada yaygın olan, Türkiye’yi de etkileyen bir salgın yaşadık, hâlen
yaşıyoruz. Kovid-19 veya yaygın tabirle koronavirüs. Bu dönem içinde yayıncılık
bilhassa kültür yayıncılığı nasıl etkilendi, genel bir değerlendirme yapabilir
misiniz?
Malum,
yayın hayatının uzağındayım, bildiğim, duyduğumdan ibaret. Bilhassa, kâğıt
fabrikalarımızın kaybedilmesiyle yaşanan sıkıntı, dünyayı etkileyen salgınla
had safhaya ulaşmıştır; edindiğim ortak kanaat bu.
Basılmış
eserlerinizin dışında şu anda üstünde çalıştığınız hangi dosyalar var,
önümüzdeki dönemde inşallah hangi eserlerinizi okuyacağız?
Değişik
tarihlerde, farklı kişilerden teklifler aldım; sonu gelmedi. Boş duramadığım
için bile, bir gün işe yarar diye yazdım; yazdıklarım yatıyor, ben uyuyorum.
Fuzuli’nin dediği gibi:
Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı