İfşanın Hercümerç Edilişine Tenkitli Bir Gönderme
İyi yapılmış işlerin peşine düşmek gerek. O şeyin iyi olup
olmadığını anlamak, benzerlerinin tamamını bilmeyi gerektirmiyor ki buna imkân da
yok. Yapıp edilen her şeye dönüp bakmak bir insan ömrüne sığmıyor. O zaman iyi
yapılmış işlerin kendilerine ait nitelik beyanlarına bakmak lazım. Mesela iyi
bir film izlediğinizi anlamanın bir yolu da dile dökülmesi zor bir iz
bıraktığından emin olmak. Yedinci sanat sinema alanında bir film sanat eseri
olarak öne sürülmüşse ve bu yüzden izlemişseniz, onun sanat tadını tartmak
önceliğiniz.
“Dile dökülmesi zor bir iz bırakma” meselesi, yalnızca
sinemada değil, sanatın bütün dallarındaki eser muhataplığı için geçerli. İz
derken eserin bütününden ayrıştığında anlamsızlaşan ve bütünün kendine has en
kısa parçasında idrak edilebildiği bir tesirden söz ettiğimiz anlaşılmalı. Zira
sanat en önce bir tesir meydana getirir. Muhatabı o etkiye teslim olmaya ikna
eder, edilgenleştirir. Sonra bu tesir zihinde, fikirde ve duygularda iki ayrı
kök oluşturur. Biri etkiden kalanların en kıdemli hatırlanışları şifrelemesidir;
ikincisi etkiyle tetiklenen bir dönüşümdür.
Hatırlanışlar zihinde ve hislerde bir nevi şifreli
haznelerdir. Ne zamanki dışarıdan gelen farklı etkilerle şifreler eşleşir o
zaman hazne kuytudan çıkar ve hem bir kıyas için hem de tesirin yeniden uyanışı
için muhataptaki gündemini tazeler. Çocukluğun sığındığı bir kokuya, evi
hatırlatan bir esintiye, bir melodinin her tekrarlanışında yeniden gönlü çelişine
benzer bu. İz idrakle yontulur, zihne o yontuyla kaydolur. Hissiyatın bir
köşesine ilişir ve neye dönüşeceği bilinmez bir anda dilin ucuna geliverir.
Dönüşümler ise, fark edilir ya da edilemez boyutlarda
olabilir. Bir kitap okuyup, bir film izleyip, bir tiyatroya tanıklık edip
hayatının değiştiğini söyleyenler bu dönüşümün en kapsamlısı olarak
düşünülebilir. Eser, tesir vazifesini sonuna kadar yerine getirmiştir. Fakat
kimi dönüşümler zihne, kalbe, hislere gömülen bir tohum gibidir ve kişi sonradan
büyüyüp gelişecek bu tohumdan çoğu kere haberdar değildir. Tohumdan haberi
olmayan için yadırgama da, kabulgörmezlik de yoktur. Keza tedirginliğe de sebep
olmaz. Tohumun iyi bir şeylere mi yoksa kötü bir şeylere mi kök olacağını anlamak
da bu gizemlilikten ötürü mümkün olamaz.
Bir bakıma iyi bir sanat eseri, güçlü bir bilinçaltı
terbiyecisidir. Bu terbiye, neye hizmet ettiğine göre nitelik ve nicelik
muhtevasına sahiptir. Bu muhtevanın en bilinçli sahibi sanatçıdır. Eseri ise
onun misyonuna yalnızca aracılık etmektedir.
Bir hatibin gün boyunca zihinlere deklare ettiği hâlde
başaramadığı bir şeyi, kısa ya da uzun bir bütünlüğün içine sıkıştırılmış bir
an içinde sanat eseri yapabilir. Ve bu öyle bir tesirdir ki kişi onu yadırgasa
da, nefret edip uzaklaşmak ya da onu çıkarıp atmak istese de şifre
eşleşmelerinde tazelenmesinin ve tesir tekrarının önünü alamaz.
Plastik sanatların (resim, heykel vs) tarihine uzandığınızda
karşınıza dinî mekân inşası çıkar. Kılık kıyafetteki modanın giyinme
ihtiyacından doğmasına benzer bir süreç olarak düşünebiliriz bunu. Nasıl ki
moda, devasa tekstil üretimlerinde milyonlarca adetlere varan tek tip kıyafet
kuşatıcılığına hükmediyorsa; Batı’nın dinî mekânlarının geçmişinden günümüze
taşınan tasvir/plastik sanatları da günümüz dijital ortamlarını kuşatan görsel
hiyerarşisinin temelini oluşturmuştur. Aslında insanoğlu farkında olarak ya da
olmayarak her yeniliği geçmişin üstüne bina ediyordur ve müzik, sinema gibi
eğlence alanları da kısa ya da uzun böyle süreçlerden geçmiştir.
Yukarıdaki hiyerarşik izah çabasının kısaca önümüze
bıraktığı bir gerçek var. Bugün muhatabı olduğumuz iyi ya da kötü tesirli her
tür meşgale bir köke aittir ve o köklerin misyonunu taşır.
Dolaysıyla gün içinde kişinin seçtiği ve meşgale olarak muhatap
oldukları onda iyi ya da kötü bir şeye sebep olur. Bir vakitler sanat eseri,
ilim, bilim, kıyafet, mimari, mabet ya da türlü geliştirici araçların birer
nüvesini taşıyan, dijital ya da gerçek satıhlar üzerinden geliştirdiği
muhataplıklar söz konusudur. Yöntemin nüvenin ilk sunumuyla hiçbir alakası
olmayabilir, ama nüve ne tür bir araçla sunulursa sunulsun o aracın içinde var olmaya
devam eder.
Bir misyona adanmış sanat eserinin belki de en güçlü yanı,
bin türlü farklı dolaylamayla etkisini sürdürebilmesidir.
Öyleyse önümüze yine iki kapı açılır.
Birinci kapının ardında misyona dair bir izah arayışı
vardır.
İkinci kapı ise ardında dolaylama örgüsünün hayata
etkilerine dair tarifleri tartışır.
Yani birincisi tasavvura, ikincisi yönteme dairdir. İzah arayışı,
misyonu yöntemle bitiştirir. Yöntem ise misyonun devamlılığını, idrakini ve
tesir gücünü belirler.
İki kapının ardında da kesin olan bir şey vardır: İnsan
zihni ve dolayısıyla kalbi, doğru taktiklerle istenilen kıvama getirilebilir,
istenilen şekilde terbiye edilebilir. Ama yine kesin olan bir şey vardır: Elde
edilen kıvam ve terbiye insan yaradılışına ve Yaradan’a aykırı/zıt/karşı
olabilir. Buna rağmen kişi farkına varamadığı bir biçimde bu terbiyeye teslim
olabilir ve istenilen biçime girebilir.
O tesiri mutlak biricik anı içinde saklayan bir sanat eseri,
insanın hayatında gerçekten çizdiği ya da çizilmişten gittiği yoldan
çıkabileceği bir nüve gizleyebilir ve bunu sahibi farkına varmaksızın bünyeye
yerleştirebilir.
Anlaşılan o ki muhatabın mahiyeti önemlidir. Kökler,
tasavvur ve yöntem önemlidir. İzler, izlekler, iz sürücüler önemlidir. Velhasıl
vesileler önemlidir. Ancak akıllı nesnelerle bin türlü dünya hâllerine yahut
eğlenceliklerine tanıklık eden insan, zararlı/aykırı/inkârcı nüvelerle nasıl mücadele
edebilecektir? Bu ise birçoğumuz için bilinmezdir.
Sanatın asıl mahareti ifşadır. O ifşa kolay kolay görünemez.
O zaman tesirine tutulduğumuz bir eser için sorduğumuz ilk soru şu olmalıdır:
Neyin ifşası?
Oysa ifşa çağındayız. Herkesin her şeyi merakla sömürdüğü,
kuytuda bir şey kalmaması için çabalanan, tanıklıklarda şaşkınlığın,
sarsıntının, tiksintinin, övgünün, takdirin günden güne azaldığı bir çağ bu.
Üstelik bizi öteki taraftan izleyen cam odalarda gibiyiz. Görünmeye, bilinmeye
değer olandan olmayana doğru sarsıcı bir yolculuk bu. Kimilerimiz kaybedecek
bir şeyi kalmayıncaya kadar görünür/bilinir olmaktan hoşnut. Öyleyse
dolaylamalı eğlenceliklerin ardındaki sırlı nüveler için fazla kafa yormaya
gerek yok. Pekâlâ anlaşılıyor ki kaybedecek bir şeyimiz kalmayıncaya kadar
kendimizi ifşa etmemizi istiyor nüve tasarımcıları.
Zararlı/aykırı/inkârcı ifşa teşvikiyle nasıl mücadele
edeceğimize gelince;
Besbelli yaradılışımıza uzaklaştıranlara inat dönüş yoluna
girmemiz gerekiyor. Bunun için içimizde sessiz bir ayaklanma başlatmamız
gerekiyor. İnsaniliğin hata payı, sapma ölçüsü, övgü ve yergi kabulünün
sınırlarıyla yüzleşmemiz gerekiyor. Yüzleştiklerimizi çok hatırlanır bir
yerlere iliştirmemiz gerekiyor. Bunun için de en önce ayetten de hadisten de payını
almış bir Kısas-ı Embiya okumamız gerekiyor.
Bilmediğimiz bir gün, bilmediğimiz bir yerde inkâr/bozuluş
zokasını yutmuş olabiliriz. Ama öz hiçbir yere gitmemiştir. O ki inkârcı
nüvenin tesir ettiği her bir yerden daha derindedir. Devamlı hatırlamak ümidiyle…