İflas
İnsani değerlerin iflas ettiği yerdeyiz. Dünyanın çekim alanı olan, dünyayı çekip çeviren Batı nezdinde insanlık büyük bir çöküş yaşıyor. Tabiri caizse Batı medeniyeti insanlığın üstüne yıkıldı. Aydınlanmanın yüzlerce yıl ürettiği değerler Filistin’de karaya oturdu. Deniz bitti. Artık gideceğimiz yer yok. Sığınacağımız tek bir liman kalmadı. İnsanlık ölüyor, insan da. Dünyanın gözleri önünde Batı’nın geliştirdiği son model silahlarla savunmaz bir halk yaşlı-genç, büyük-küçük, kadın-erkek, bebek-çocuk ayrımı yapılmaksızın katlediliyor ve insanlık eş zamanlı olarak seyrediyor. Bir kısmı sokakları doldurup sloganlar atarak durdurmayı deniyor bu vahşeti, bir kısmının hiç umurunda değil, diğer bir kısmı katliamı görmemek için çaresizce yönünü başka tarafa çevirip görmezden geliyor bütün bu olanları.
Bazen o kadar
büyük felaketler yaşarsın ki gerçeklikle bağın kopar. Olanların, olmakta
olanların gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu kestiremediğin için gözlerini kapar,
yeniden açarsın. Manzara değişmeyince yaşadıklarının bir korku rüyası değil
gerçeğin ta kendisi olduğunu görür, kendini derin bir kederler okyanusunun
içinde bulursun. Filmi geriye sarar, başa dönersin, hikayenin en başına, seni
bu felakete getiren süreçleri gözünün önünden bir bir geçirirsin. Peki ama ne
oldu? Ne oldu da insanlık binlerce, on binlerce yıldır biriktirdiği değerleri
bir çırpıda çarçur etti, hoyratça sağa sola savurdu ve başladığı yerin bile
gerisine düştü. İnsanın insan olma ve kalma çabası ne oldu da hayvani
merhametin bile gerisine düşmekle sonuçlandı?
Kazanmak kadar
kaybetmek, yükselmek kadar düşmek, biriktirmek kadar iflas etmek de hayata
dahil. Üstelik yükseliş ile düşüş arasında öyle uzaktan göründüğü kadar büyük
mesafeler yok. Hepsi bir duygudan ötekine geçişin küçük kımıltılarından ibaret.
Sempatinin yerini anında antipati alabilir. Merhamet kaşla göz arasında
zorbalığa dönüşebilir. Akıl yerini ansızın vahşi bir içgüdüye terk edebilir.
Sağduyu yerini sessizce nobran bir vahşete bırakabilir. Bütün o aydınlanma
süreçlerinden sonra geldiğimiz nokta, bir duyguyla öteki, bir fikirle diğeri
arasındaki sınırın ne kadar da birbirine yakın olduğunu, birinden ötekine
geçişin ne kadar kolay olduğunu bir kez daha bize gösterdi. Yükselişin nasıl da
büyük emek gerektirdiğini, düşüşün emeğe ihtiyacı olmadığını, yukarı çıkmanın
ne kadar dolambaçlı yollardan geçmeyi, aşağı düşüşün düz bir çizginden ibaret
olduğunu bize bir kez daha ilan etti.
Geleneğe karşı
modernleşme, inanca karşı akıl, duyguya karşı sağduyu, Doğu’ya karşı Batı büyük
zaferler elde etmişti. Geçtiğimiz birkaç yüzyıl boyunca skolastisizme karşı
bilimin zaferleriyle bir ufuktan ötekine dolaştık durduk. Bilimin
tanrılaştırıldığı, bilimsel bilginin yüceltildiği, üretimin fetişleştirildiği,
doğallığın yargılandığı, yapaylığın yere göğe sığdırılamadığı, insanın her
yönüyle evrenin hakimi olduğu süreçlerden geçtik. Yazık ki insanın insan kalma
gayreti insanın insan olma gayretinin çok gerisinde kaldı. Üzerimizdeki gelenek
baskısını fırlatıp attık belki ama içimizdeki canavarın ipleri de çözüldü.
Şimdi artık yeryüzünün bir başından ötekine kin diye bir canavar dolaşıyor.
Kendini merkeze koyup ötekileri dışarıya, dünyanın dışına fırlatıp atma
içgüdüsüyle hareket eden, öfkeyi kolluk gücü olarak kullanan, dünyayı ateşe
veren bir canavarın, Siyonizm canavarının ağzından fışkıran lavların peyda
ettiği yanık insan eti kokusu rüzgarın getirdiği diğer bütün kokuları
bastırıyor.
Çocuklar ölüyor
baylarım, çocuklar öldürülüyor büyükleri tarafından, kundağa sarılmış
bebeklerin yeşil kanı bulaşıyor doktorların beyaz önlüklerine. Bir şehrin,
insanlığın son anıtı olan bir şehrin, insanın hayata gözlerini açtığı bir
şehrin, insanın yola ve yolculuğa çıktığı bir şehrin, insanın şehirle buluştuğu
bir şehrin, insanın altın kulelerinin inşa edildiği bir şehrin, insanın yere
indiği bir şehrin, insanın yerden yükseldiği bir şehrin, yer ile gök arasında
aracılık eden bir şehrin, Kudüs’ün elektrikleri kesiliyor, suları kesiliyor,
göğü koparılıyor, güneşine kan sıçrıyor, toprağı yakılıyor ve insan olma, insan
kalma, insanca yaşamanın ilhamını veren o kutsal beldeler ışığın,
aydınlanmanın, insanın doğayla mücadelesinin son örneği olan en gelişmiş
silahlarla taranıyor. Ve biz, kederli seyirciler, kendi hikayemizin karışık
buruşuk kağıtlarının toza bulanarak havada uçuştuğu bir manzarayı, sanki başka
bir gezegenden bir film seyrediyormuşçasına gerçeğin dışına atarak yutkunuyor,
elinden hiçbir şey gelmeyen Filistinli çocuklar gibi, Filistinli çocuklar kadar
bile cesur olamadan kanlı bir döneme sadece şahitlik ediyoruz. Kimilerinin
şehit, kimilerinin şahit olduğu kanlı bir dönemin yere çivilenmiş tanıklarından
öte hiçbir anlam ifade etmiyoruz.
İnsanlık gemisi
Filistin’de karaya oturdu. Yanında taşıdığı ne kadar erzak varsa hepsi kan
okyanusunun dalgaları arasında yüzüyor şimdi. İnsan hakları evrensel
beyannamesinden birleşmiş milletler örgütlerine, toplum sözleşmelerinden
aydınlanmaya, çocuk haklarından hayvan haklarına, insanı yeryüzünün onurlu
vatandaşı kılma arayışındaki bütün söylemler şimdi o dalgaların arasında
mürekkepleri eriyen, mavisi kızıla dönen, kağıtları yumuşayan “bir zamanlar var
ama şimdi yok” bulanık nesnelere dönüştü… Hangi tarafa yönelirse yönelsin,
insanlığın fethi için yola çıkan hiçbir gemi böylesine sert biçimde karaya
oturmamıştı. Hiçbir çağın hiçbir zalim lideri savunmasız insanları bu kadar
acımasızca yok etme iradesini ortaya koymamıştı. Hiçbir medeniyet, çocuk ölümlerine
bu kertede duyarsız kalınacak iç dünyalar üretmemişti. Hiçbir çağda bebek ve
çocuk ölümleri böylesine umarsızca savuşturulmamıştı. Şimdi artık hiç kimse
bizi, Aydınlanmanın insanı aydınlattığına ikna edemez. Şimdi artık hiç kimse
bizi ampulün yıldızlardan daha aydınlatıcı olduğuna ikna edemez. Şimdi artık
hiç kimse bizi bilimin insanlığın istikbalini kurmak için icat edilen hakiki
mürşit olduğuna ikna edemez. Aydınlanma’nın ampulü Filistin’de patladı. Yazık
ki cam kırıkları en çok da çocuk gövdelerini kanattı. Yazık ki insanlık o
kesiklerden sonra bir daha hiçbir zaman kendine gelemeyecek.