İçsel ve dışsal çıpalar
Kur’an-ı Kerim’de bir âyete atıfla başlayalım; “Biz onlara âyetlerimizi (insanı kuşatan) dış dünyada ve insanın içinde (içsel süreçlerinde) Onun hakikat (gereklik) olduğunu ortaya çıkarana kadar göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yeterli değil mi?” (41/Fussilet, 53).
Bu âyeti epey zamandır özellikle
bilimsel çalışmalardaki önemli bir sorun çerçevesinde düşünmekteyim. Aslında
çok boyutlu tartışmaların kavşak noktasında bulunması, soru(n)lara cevap
vermesi bağlamında tartışılması gereken içerikler taşımaktadır. Bunlardan en
önemlisi, insanın hakikati yani gerçekliği nasıl elde edeceği sorunu. Diğer ise
aslında buna bağlı olarak bir yöntem sorunu.
Doğrusu bu âyete Suriyeli düşünür
Cevdet Said, kitaplarında çokça değinmektedir. Said, müslüman toplumların
ilmilikten uzak, rastgele bakış açıları ile şiddet ve hegemonyaya kayan
tavırlarını eleştiri konusu yaptıktan sonra, insanı çift boyutlu olarak kuşatan
dış dünyadaki gerçeklikler ile iç dünyasını burada analiz konusu yapmaktadır.
Ben ise Said’in konuyu ele alış biçiminden biraz daha genişletmeye çalışacağım.
Öncelikle pre-modern dönemde insan
için varlık ve bilme çok boyutlu olarak düşünülmekte ve tecrübe edilmekte idi.
Söz gelimi; vahiy bir bilgi kaynağı kabul edilmekte, duyular ve tecrübi bilgi
de “insanın bilme”sinin içine dahil edilmekteydi. Modern zamanlara geçişle birlikte
“bilme” öncelikle “bilimsel” olanla sınırlandı ve pozitivizm en geçerli yöntem
olarak kabul edildi. Bu bakış açısından dini bilgilerin ve inançların hepsi bir
sorunsala dönüşmüştü.
Dini bilgiyi kesin olmayan,
mugalata, batıl itikat ve mitoloji olarak değerlendiren bu yeni anlayışın tek
sorunu dinle ilgili değildi. Aslında yeni bilme biçiminin tüm varlığı
kapsayamadığı için insana dair gerçeklikleri bile ortaya koyamadığı görülmeye
başlandı. Çünkü iptal edilen “aşkın”lık insanın her yerinden fışkırıyor ve
sıkıştırılmaya çalışıldığı “içkin”lik de varlığı bütünüyle kapsayamadığı gibi
insana dair ciddi bilinmezlikleri besliyordu.
Aslında modern düşünce bilme
biçiminde her şeyi bir “kesinlik” içinde ortaya koymayı, metafizik
spekülasyonlara son vermeyi hedeflemekteydi. Meselâ; Auguste Comte’un
sosyolojide yapmaya çalıştığı şey buydu. Fakat bu hedef aşırı noktalara
ulaşarak insanın kimi boyutlarının gözden kaçırılmasını sonuçlamıştı.
Bu bilme tarzında bir süje olarak
insan öne çıkmakla birlikte, gerçeklik bütünüyle dış dünyadaki nesneler ve
fenomenlere indirgenmişti. Dış dünyadaki eşya (şeyin çoğulu) kendi gerçekliğini
bize göstermekteydi ve biz de onları olduğu gibi görmekteydik. Yukarıda âyette
belirttiğimiz “afak” yani “dış dünya”da gerçeklik dediğimiz boyutun burada
gerçekleşebileceğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla varlık dünyasını anlamanın
birinci yolu dış dünyaya bakmaktır.
Fakat varlık dünyasını kavramak için
bu bakış yeterli değildir. Çünkü dış dünya gai sebepleri söylemeyebilir, salt
dış dünyaya bakış bir materyalizmi sonuçlar. Halbuki varlığın bir başka boyutu
içsel dünya ve süreçlerdir. İnsan içine dalarak kendisini keşfeder, bir dünya
kurar. Modernliğin bir aşamasında sadece tek bir bilme biçimine bu sebeple
itiraz edilmiştir. Romantizm ya da anlamacı yaklaşım bu boyuta açık ve örtük
referanslarda bulunmaktadır. Dolayısıyla içsel süreç dışarıda bırakılamaz.
Yukarıdaki âyetin ikinci kısmı da buna değinmektedir.
Belirtilen âyet insanın varlık ve
bilgi ile ilişkisinde ona iki çıpa atmaktadır. Birinci çıpa; dış dünya ve
nesnelerdir. İkinci çıpa da; insanın içsel dünyasıdır. Dolayısıyla insan “dış”ına
ve “iç”ine birlikte döndüğünde gerçekliği, daha az kayıpla (bu kayıplar insani
zafiyetlerdir) kavrayabilecektir. Modernlik sadece “dış”a, postmodernlik ise
“iç”e dikkat çekerken gerçekliği tek boyutlu olarak görmekten başka şansı
olmayacaktır.