İçimizdeki ışık
Ne olursa olsun içimizdeki ışık sönmemeli. Umut, sabır, gayret, iş birliği, paylaşım, samimiyet ve dostluk… Hepsi de güzel kelimeler. Tüm bu kelimelerin vücut bulmuş hâli olan yakın arkadaşlarınız varsa sizden iyisi yoktur. Size dağlar yol olur. Ne yorulur ne usanırsınız.
Nedir iç? İnsanın içinde neler vardır? Tabiî ki
görünmeyen taraflarımızı kastediyoruz. Eskiden “derûn” kelimesi kullanılırdı.
Farsça bir kelimedir derûn ve “iç, iç taraf, dâhil” anlamlarına gelir. İçimizde
ne varsa yüzümüze içimizdeki yansır. İç, gönül, ruh ne dersek diyelim,
derûnumuzda birikenlerden oluşuruz.
İçiyle dışı bir olanlar olduğu gibi bir de
her şeyi içine atanlar vardır. Sessiz kalırlar. Az konuşur, çok düşünürler.
İçleri bir başkadır onların. Ancak insanlar içe değil de dışa bakıyorlar. İçi
dolu çoğu insan ya sessiz ya da ıssızlığa terk edilmiştir. Çokça gürültü
kapladı dünyayı. Yoruyor bizi. İçimiz almıyor artık. İçimiz doldu. Peki,
içimizi nasıl rahatlatırız? Şimdi konuşma vakti.
“Nasılsınız?” sorusu artık sıradan oldu ama ben öyle
olmadığını düşünüyorum. Aslında soruyu sorana da bağlıdır. İçimizi bilen birisi
olur mu? Olur mu olur! İçimizi bilen var mıdır? İç dediğimiz “gönül”
herkese açık değil ki. Gönlümüzde gizlediğimiz dostlar, sevgililer
vardır. İşte bilse bilse gönlümüzde gizlediğimiz bir kıymetli sevgili bilir
içimizi. Sizin sesinizi, renginizi, yüzünüzü, sözünüzü, hâlinizi okur, tahlil
eder o. Böyle dostlar az kaldı ama kaldı! Biz, şimdi böyle dostlarla uzun
değil, upuzun yollara düşünmeden çıkabiliriz.
İş yoğunluğu
diyoruz. Ancak dostlara yoğunlaşamıyoruz. Bazen gözümüzün önündekini
unutuyoruz. Çağın dramıdır bu. Bir de kendimizi unuttuğumuz oluyor. Aynaya
bakıp da içine bakamayan çok insan var. İçi acı ve hüzün dolu. Sırlarla dolu
nice insan var.
Günün yorgunluğunu ne alır? Herkesin sıkça sorduğu
sorudur bu. Sanırım samimî sorulan “Nasılsınız?” sorusu günün tüm yorgunluğunu
alır. Bir de imkân bulup kahve içebilmişseniz. Havadan sudan konuşmak diyoruz
ya, konuşmak lazım. Dedikodu değil, başkalarının arkasından konuşmak da değil.
Havadan sudan konuşmak… Havayı, suyu konuşunca sıra ister istemez toprağa ve
ateşe de gelir. Tüm bunlar da hayatı var eden unsurlardır. Demek ki derin
konularmış bunlar. Derinlere inmek, içe inmek, içi konuşmak ferahlatıyor.
Psikolog ve psikiyatristlerin yoğunluğunu biliyoruz. Niçin? Konuşabildiğimiz
için. Ne çok ihtiyacımız varmış konuşmaya!
Bazen kırar dökeriz ama içimizi dökemeyiz. Kime
dökülür iç? Nasıldır iç dökmek? Şöyle diyordu içini döken bir ruh: “Ruhumu,
kalbimi, hâlimi, sesimi, yüzümü, sözümü biliyorsun. İyi biliyorsun hem de. Beni
öyle iyi biliyor ve tahlil ediyorsun ki ne desem... İnce bir dalga vuruyor
kalbime, yer yer yoruyor beni. Olmaması gerekenler oluyor zaman zaman. En
korktuğum şey yanlış anlaşılmak, birisini üzmek. Azami derecede dikkat etmeye
çalışıyorum. Yine de bu hassasiyet yetmiyor. Bazen oturup ağlamak istiyorum.
Bir ağacın altında, bir ırmağın kenarında, bir dağ başında, bir dizin dibinde...
Gökyüzüne bakarak, elimi uzatıp yıldızlara dokunarak... Belki de bağırmak.
İçimde kabaran isyan dalgaları yine bana vuruyor. Tüm bunların dışında bir ele
tutunuyorum. Bir kalbe, bir gülüşe, bir sıcaklığa kapılıp ruhumu
dinlendiriyorum. Her şeyi bir tarafa bırakıp ferahlıyorum.”
İçimizde aşk varsa hayat vardır. Aşkı bitenler, ne
üretir ne çalışabilir ne de dost edinebilir. Aşkınan çalışan yorulmaz,
diyorlardı. Aşk yoksa içimiz sönmüştür. Derdimiz de olacak ama umudumuz,
aşkımız onu hep aşacaktır. Âşık Ömer de şöyle diyordu: “Derûnunda aşkı
olmayan âşık / Hemen dünyâda bir hayvâna benzer.” Son olarak Leyla
Hanım’dan bir dize alalım: “Zâlim beni söyletme derûnumda neler var.” “Nasılsınız”dedi.
Yorgunum, üzgünüm, diye cevap verdi. Ne olursa olsun ışığınız sönmesin, dedi.
İçimizdeki ışık sönmeyecek çünkü ışığımız aşkımızdır!