İçimizdeki Amerikalılar!..
Gençlik yıllarımızın geçtiği çevrede müthiş bir “batı hayranlığı” vardı.
Fransızca tutulmuş bir bakkal defterini “kutsal kitap” bilecek denli “eziklik” havası hâkimdi.
Bir insanın ne kadar “güzel”, “çekici”, “modern” ve de “çağdaş” olduğunu izah için “Tıpkı ecnebilere benziyor!” ifadesi kullanılırdı.
Batıdan gelen her şey güzeldi ve batının her şeyi taklit edilmeliydi.
“Dil”e vuran özenti, bir vakitler Fransızca gayretkeşliği ile ortaya çıkardı, sonraları “adres” İngilizce oldu.
Hiç unutmam, o zamanların TRT’sinin bütün aşamalarını canlı olarak yayınladığı “buz pateni” yarışmaları büyük bir dikkat ve gıptayla izlenirdi; “Bizden katılımcıların olmaması”, her alanda olduğu gibi bu alanda da “geri kalmışlığımıza” yorulurdu.
Batı karşısındaki “ezikliğimizi” gösteren nice tuhaflık vardı.
Yarım asır evvel elde ettiğimiz 3-1’lik Macaristan galibiyeti her milli maç öncesinde hatırlatılırdı. Sonraları “Avrupa Avrupa duy sesimizi, işte bu Türklerin ayak sesleri!” sloganlarının yükselişi de boşuna değildi, “Bizi de adam yerine koyun!” yalvarışının “kuyruğu dik tutarak” dile getirilişi.
Yüzlerce yıl tartışmasız hâkimiyet altında tuttuğumuz alanlardan “yenile yenile” çekilmek durumunda kalışımızdan kaynaklanan “eziklik” duygusunu “gardıropları” ve “yazı sembollerini” eşitlemek suretiyle de ifade ettik, meselenin bu yanı da var.
Türkiye’nin sözde çağdaş kesimlerindeki “batı taklitçiliği”nin ve israf çılgınlığının büyüyerek devam ettiği yıllarda, Anadolu’nun başka yüzünde ise “batıya göçler” dikkat çekiyordu.
Ağırlıklı olarak Almanya’ya yönelen işçilerimiz, yerleştirildikleri ‘heim’larda (hayımlarda) “insanlık dışı” şartlara muhatap kılınsalar, işyerlerinde “köle” muamelesine tabi tutulsalar ve nihayet bulabildikleri “berbat” evlere katlanmak mecburiyetinde kalsalar da, Türkiye’ye geldiklerinde birer “ayrıcalıklı insan” oluyorlardı.
O yıllarda Almanya’nın “fındık ezmesi”ne bile hayranlık duyuluyordu, “Alaman çikulatası” da ulaşılması kolay “nimetlerden” değildi.
Ellerinde teyplerle gezen “gurbetçi” kardeşlerimiz, Alamanya’nın üstünlüklerini anlata anlata bitiremiyorlardı, “berbat” taraflarına ise belki de “havalarının” azalmaması için girmeksizin…
Yıllar yıllar sonra, Alamanya’daki ve diğer yerlerdeki havalar iyice değişti.
Oralarda sosyal politikalarda geriye gidişler dikkat çekerken…
Türkiye büyük gelişmeler kaydetti.
Türkiye’nin “imajı güçlendikçe”, Alamanya’da ve diğer yerlerde “ezilen” kardeşlerimizin özgüvenleri yerine geldi.
Onlar, şimdi en büyük güçlerimizden.
*********************
Efendim;
Küçüklüğümüzde ABD yardımı süt tozları içirirlerdi bize, ABD’nin “sıcacık” müşfik eli bardaklarımızdan yüreklerimize akıtılırdı!..
Ne günler, ne günler…
Geçelim:
“Batılılaşma” hayali, çabası ve idealine siyasi arenadaki ilk etkili karşı çıkışı Rahmetli Erbakan Hoca’da gördüm ben.
İcadıyla Almanya’ya parmak ısırtan bu “teknoloji dehası”, “batı taklitçiliği”ne oraların ciğerini bilen bir “dâvâ adamı” olarak da karşı çıkıyor…
Cenab-ı Allah’ın milyon nimet verdiği İslâm Âlemi’nin “Siyonizm” ve “Batı” karşısındaki ezikliğine isyan ediyordu.
Merhum Erbakan bunu yaparken, bizim sözde “çağdaş” çevremizden “alaylı” ifadeler yükseliyordu.
“Gerici” diyerek burun kıvırıyor, bizi “bu kafanın geri bıraktığını” öne sürüyor, “Oy kazanmak için bir vakit namazı dört kere kılıyor!” iftiralarını atıyorlardı.
Rahmetli Erbakan Hoca’nın “Milli Otomobil Devrimi”nin “Batı varken biz mi üreteceğiz, şeftali üretmek neyimize yetmiyor!” zihniyeti tarafından nasıl engellendiğini biliyorsunuz.
“Batı”nın Türkiye’ye layık gördüğü “tenekeleri” otomobil diye bu millete kakalayan uyanıkların ve bu uyanıkların kullandığı “bir kısım medya”nın buradaki rolleri de bilinen mevzu.
Rahmetli Erbakan’ın siyasetteki öncülüğü ile gelişen “Batı taklitçiliğine” ve “ezikliğine” isyan ruhu gittikçe gelişti, gelişti, gelişti…
Nice zorlu yollardan geçerek, dünyanın iki süper gücü ABD ile Rusya’ya “Bana rağmen olmaz!” diye rest çeken bir noktaya geldi.
Bu sürecin ara duraklarında, futboldaki “şerefli mağlubiyetler” saçmalığını çatır çatır mücadele ederek yıkan Milli Takım da var elbette, özgüven kolay inşa edilmiyor malûm.
“Barış Pınarı Harekâtı”nı sözde değerlendiren “içimizdeki Amerikalılardan” bazıları “Bütün dünya bizi barbar, saldırgan bir ülke olarak görüyor!” yollu lâflar ediyor ya…
“Batı’ya karşı çıkanın defterini mutlaka dürerler!” yaklaşımı “içimizdeki Amerikalılar” tarafından sıkça dile getiriliyor ya..
Bizdeki “bir kısım siyasetçiler”in, “bir kısım medya mensupları”nın, “bir kısım akademisyenler”in, “bir kısım sanatçılar”ın” filan, Türkiye’nin “haklılığını” ortaya koyma çabalarına destek vermek bir yana…
Türkiye’ye saldıranların yalanlarına destek verdiklerini görüyoruz ya…
Bu “ezik ruh hali”nin tedavisi en güç hastalıklar arasında yer aldığının altını bir yazıyla çizeyim dedim.
Bir de şöyle haykırayım istedim:
“Ey içimizdeki Amerikalılar!..
Bu aziz milletin, şanlı tarihiyle buluşmasına, yarınlara güçlenerek yürümesine engel olamayacaksınız!”
Anadolu’nun yürüyüşünü ‘bir kişilik yürüyüş’ zannedenler büyük hata ederler.
Kendini bulmaya başlayan bir büyük “Medeniyet Havzası”ndan bahsediyoruz.
Kişiler gelir geçer…
Anadolu Ruhu bâki kalır!..