"Huzur İslâmdadır" yazılı arabalar…
“O günlerde seçim kampanyaları vardı… Sultanbeyli taraflarındayım. Kocaman kamyonun damperinde çok sayıda örtülü, çarşaflı hanımefendi. Baktım, bir indiler… Müthiş heyecanları vardı. Kapı kapı dolaşıyor, partilerinin zaferi için mücadele ediyorlardı. Bu memlekette böylesine heyecan görülmedi.”
Mustafa
Sarıgül’ün Partisi, Türkiye Değişim Partisi’nin yöneticilerinden Mehmet Ali Oğuş, bizim de misafiri
olduğumuz Akit TV’deki Derin Kutu adlı programda özetle
bunları söyledi.
Bahsettiği,
Refah Partisi dönemiydi.
Rahmetli
Erbakan Hoca’nın liderliğinde müthiş bir hava yakalanmıştı.
“İman varsa imkân da vardır!” diyerek yoluna devam eden Rahmetli
“başarının” üç temel şartına işaret ediyordu:
“Heyecan, heyecan, heyecan!”
Merhum Hoca, ‘sokak arası futbolcularıyla’ kurduğu
takımı,
“Süper Lig’de” oynatan Büyük Bir Dâvâ Adamı’ydı.
*
O günlerde,
bu “İslami çevrelere” yeni yeni alışmaya başlayan, daha doğrusu alışmaya çalışan
bir genç gazeteciydim.
Genç adam heyecan
arar.
Ben o
heyecanı Refah Partisi’nde bulmuştum.
Müthiş bir
hava vardı.
Refah
Partisi’nin alandaki varlığı, en koyu muhaliflerinde bile, öfkeyle karışık
saygı hissi uyandırıyordu.
O günlerde
devam ettiğim Nişantaşı’ndaki İngilizce Kursu’nda, Refah Partisi de sık sık
gündeme geliyordu.
İngiltere’de
üniversite bitirmiş hanım hocamız, “Refah
Partisi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorunca, söz alan öğrencilerin
çoğu “Çok kötü gelişmeler oluyor, bunlar
böyle giderse iktidara gelirler, acayip çalışıyorlar. Günün birinde ülkede
türban mecburi olacak!” yollu laflar etmişlerdi.
Ben de bu
görüşlere karşı çıkarak, Refah Partisi’nin iktidara gelmesi halinde hak ve
özgürlük alanının genişleyeceğini anlatmaya çalışınca, -İngilizce Hocası dahil- hep birlikte tepki göstermişlerdi.
Böyle bir
hava vardı .
*
Bugünlerde
çoğu arabanın arkasında, “Kemal Atatürk”
imzasını görüyorum.
O günlerde,
özellikle gariban arabalarının arkasında “Huzur
İslam’dadır” yazardı.
Hatta
okuyucularımızdan bir hanımefendi, bana “Arabamın
arkasına Huzur İslam’dadır yazdırdım. Ertesi sabah bir baktım, boydan boya
çizmişler!” demiş ve şöyle devam etmişti:
“Biz zengin insanlar değiliz. Bu
arabayı da, ailece uzun yıllar boyunca çalışarak satın alabildik. Böyle
çizilmesi elbette canımızı sıktı ama… İnanın, paramparça edeceklerini bilsem, o
yazıyı asla silmem!”
O günlerde,
ne fedakârlıklar yapıldı.
Hiç unutmam…
Gazetemiz
Akit, yüklü bir tazminat cezasına çarptırılmıştı.
Biz kara
kara düşünürken, tekerlekli sandalyeyle bir engelli beyefendi gelmişti
gazeteye.
Benimle
görüşmek istiyormuş.
Buyur ettim.
Çay içerken
bir tapu uzattı.
“Bu” dedi,
“Benim tek evimin tapusu. Gazeteye
hediye ediyorum, gazetemin yönetimi satsın, borcunu ödesin!”
Böyle nice
teklif geldi.
Gazete
yönetimi, hepsini teşekkür ederek geri çevirdi.
“Okuyucumuza bedel ödetmeye hakkımız
yok!” dedi.
O günlerde,
böyle bir ruh vardı tabanda ve tavanda.
Müthiş bir
dayanışma.
Refah
Partisi yerel yönetimlerde iktidar tecrübesi yaşıyordu.
Bazı Refah
Partili belediyelerin kapılarına “Rüşvet
alan da veren de mel’undur!” diye yazılmıştı.
Her hafta
halk meclisleri toplanıyor…
Vatandaşlar,
belediye başkanlarıyla bir araya geliyor…
Basına açık
ortamlarda, her şeyi soruyor ve sorguluyordu.
Yıllar,
böyle böyle geçti.
Bendeniz
orta yaşlara doğru hızla ilerlerken, müthiş heyecan duyuyordum.
Gözümü
budaktan esirgemiyor, risk aldıkça alıyordum.
Üzerine
gittiğim din düşmanı, yolsuz sıkıntıya düşüyordu.
Bazıları
koltukların kaybediyorlardı!
O günlerde, “At izi it izine karıştı!” denmiyordu.
O günlerde,
tek vücut gibiydik.
Bu durum
eleştirmemize de engel değildi.
“İçeride” bir eksiklik, bir yanlışlık
gördüğümüzde ikaz ediyorduk.
Kimi zaman
da yazarak ikaz ediyorduk.
İkazlarımız
da çoğu vakit yerine ulaşıyordu ve haklı olduğumuza kanaat getirildiğinde
gerekli adımlar atılıyordu.
Biz “haksız” eleştiride bulunmuşsak,
hatamızı anlıyor ve düzeltme yazısı kaleme alıyorduk.
Böylesine
bir “samimiyet” iklimi vardı.
Parti
yöneticileri, belediye başkanları, milletvekilleri ile sık sık bir araya
geliyor…
Fikir
alışverişinde bulunuyorduk.
“Duyarlı Medya” toplantılarımız
oluyordu.
Farklı
gazetelerde çalışan “duyarlı” gazeteciler, periyodik olarak bir araya geliyor,
meselelerimizi konuşuyor, ortak tavır belirlemeye çalışıyorduk.
O zaman da “küçük gruplaşmalar” vardı ama,
çekişmeler keskin değildi.
Lâf
anlatabiliyordunuz…
Sonra sonra…
Sonra sonra…
Bir şeyler
oldu…
Ne bileyim; “Bizim Çillerimiz” denilerek bir hanım öne çıkarıldı, bunun gibi bir şeyler
oldu işte…
Sonra sonra…
Farklı
simalar, etrafta görünmeye başladı.
Sonra sonra…
28 Şubat
darbesi oldu.
Sonra sonra…
Ara dönem
koalisyonları kuruldu.
Ekonomi
çöktü.
Refah siyasi
kararla kapatılmıştı zaten, Fazilet de kapatıldı.
Rahmetli
Erbakan Hoca, siyasi yasaklıydı.
Ak Parti o
şartlarda kuruldu.
Sayın
Erdoğan büyük bir rüzgâr estirdi.
*
O günlerde,
parti üst düzey yönetiminden yapan bir Milli Görüşçü ile oturduk.
Durumu
değerlendirdik…
Dedi ki, “Bu partinin yükünü Milli Görüşçüler
omuzluyor. Riski Milli Görüşçüler alıyor…Liberaller, Anaplılar, DYP’liler,
soldan gelenler, şuradan gelenler filan… Zaman içinde kopup giderler. Yine biz
kalırız. Sayın Erdoğan’ı yalnız bırakmayan yine biz oluruz!”
*
O günden bu
güne…
İşte çok zor
günler…
Arabalara
bakıyorum.
“Huzur İslamdadır” yazıları ya kalmadı, ya da çok az
kaldı.
Birçok
arabanın üzerinde başka şeyler yazılı.
Ya da hiçbir
şey yazılı değil!