Huzur Bizi Terketmiş, Haberimiz Bile Yok!
Güzellik kavramı insanoğluyla beraber var olan temel kavramlardan birisidir. Yeme, içme, barınma ve güvenlik gibi temel sorunlarını yaşadığı her çağda o çağın gelişmişlik düzeyine göre çözmeye çalışan insanın aradığı diğer bir kavram ise “güzellik”tir. Kimileri buna “estetik” dese de, bunun temel çıkış noktası “güzel” ve “güzellik” olmasıdır.
Nedir bu güzellik gibi soyut bir soruyla canınızı sıkmak istemiyorum. Gerek de yok zaten. Göreceli olduğu gibi, genelde kabul de gören ortak bir kavram zira bu.
Konuya insan ve mekân açısından baktığımızda ve özelde kendi toplumumuzdaki yansımalarının nasıl olduğuna dair şunlar söylenebilir.
Modernite öncesi şehirlerimizde üzerinde yaşadığımız coğrafyanın doğal bir tezahürü olarak, birçok kültürün yansıması olan farklı türde yerel özellikler de gösteren bir mimari çeşitlilik vardı. Medeniyet anlamında bir bütünlük ve uyum (insicam) gösteren bu “çeşitlilikteki birlik” ülkemizin genel bir karakteriydi. Dolayısıyla “mekân”daki bu güzellik “mekin”e de yansıyordu. Doğuya has, köşeli olmayan yumuşak hatıllı kıvrımları gündelik hayatın içindeki her çeşit mimari ögede görmekteyiz. Bizde, bizim mimarimizde batıya has “karmaşa”yı göremezsiniz. Bizde lüzumsuz ve abartılı sivrilik yoktur. Ruhlarımızdaki sükûnet ve huzur mimarimize de yansımıştır çünkü. Günümüzün en büyük sorunu olan “karmaşa”yı o günün insanında ve mekân yapılanmasında göremezsiniz.
İnsan merkezli, doğaya uyumlu, topraktan kopmayan, insandan uzaklaşmayan, bitki ve hayvan çeşitliliğine de uygun tarzda yapılmış konutlardan oluşan geleneksel konut mimarimizde değişkenlik gösteren tek fark, şehrin bulunduğu coğrafi konum ve bunun getirdiği uygulama ve coğrafyaya uyum farkıydı.
Hiç kimse bir diğerinin güneşine engel olmuyordu yaptığı konutla. Konutun rengi, boyutları bulunduğu mahalle uyumlu olmak zorundaydı. Tarım arazilerine zaten eski çağlardan beri yerleşim yeri yapılmazdı.
İktisadi hayatın getirdiği geleneksel yaşam biçimine uygun, işlevsel, akılcı ve doğal bir konut mimarisi ve buna göre şekillenmiş şehir planlarımız vardı. Dini mekânlar şehrin tam ortasında yer alırdı. Toplumun sosyal ihtiyaçları için imar edilen sosyal hizmet binaları da yine burada olurdu. Ve değişmeyen şey, ticari hayatın gerektirdiği diğer yapılarla beraber, geleneksel mahalle kavramına uygun sokaklardan oluşan sivil mimari unsuru olan konutlar… İçiçe gibi görünse de, birbirini baskılamayan dairesel bir sitemdi bu.
İslam coğrafyasının hemen her yerindeki şehir planlamaları aynıydı. Dünya tarihindeki ilk avm uygulamaları kapalı çarşılar şeklinde yine bu coğrafyada ve bu medeniyette vardı. Yine bu çarşılarda esnaf, sanat ve zenaat erbabı kümeler halinde bedestenlerde varlıklarını sürdürüyordu. İstanbul’da Kapalı Çarşı’ya gittiğinizde aradığınızı yanyana, bir arada bulabiliyordunuz.
İnsanın hiçbir şekilde yalnızlığın yok ediciliğine terk edilmediği yatay bir mimari yapılanma içindeki müstakil evlerden oluşan büyük bir birliktelik. İnsan insanın şifası oluyordu. İnsan insanın merhemi oluyordu. İyilikte, güzellikte birbirlerinin eksikliklerini tamamlayan bir sokakta güven içinde oyunlar oynayan, her evin çocuğu olabilen çocuklarıyla, küçüğünden büyüğüne büyük bir aileydik. Çocuklar mutlu, yaşlılar huzurluydu. Çünkü hepsi kızımız, oğlumuz, hepsi abimiz, ablamız, teyzemiz, amcamız, dedemiz ve nenemizdi…
İşte rahmetli Şule Yüksel Şenler’in “Huzur Sokağı” adlı romanında anlatmak istediği sokak da buydu. Biz bugün bunu kaybettik. Moderniteye esir olduk. Yenildik. Sokağa açılan kapılarımız kalmadı. Kapalıyız. Artık hepimiz zenginiyle fakiriyle ruhlarımızda büyük bir “karmaşa” içinde bölük pörçük hayatlar sürüyoruz. Çocuklarımız sanal âlemlere salıverilmiş, yaşlılarımızsa modernitenin timsah gözyaşlarıyla kurduğu “bakım evleri”ne atılıvermiş. Huzur bizi terketmiş, haberimiz bile yok!