Dolar (USD)
35.22
Euro (EUR)
36.72
Gram Altın
2962.17
BIST 100
9697.98
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
24 Haziran 2020

Hüzünlü dallar

Her şey ölüyor. Çocukluğumuz, ilk gençliğimiz, gençliğimiz birer birer öldüler ve onları bir daha görme ihtimalimiz yok. Zamanın kavi tabutları her birini aldı ve bir daha göremeyeceğimiz topraklara gömdü. Çocukluğumuzun evleri, sokakları, binaları, bahçeleri de yok artık. Bir daha göremeyeceğimiz çocukluk arkadaşlarımız, komşularımız, alışveriş yaptığımız bakkal amcalar, kahkahaları o günün duvarlarında yankılanan Şükran teyzelerimiz de yoklar. En yakınımızdan başlayarak uzaklaşan ölülerimizin, annelerimiz, babalarımız, amcalarımız, dayılarımız, halalarımız, arkadaşlarımız, eş ve dostlarımız, velhasıl, günün birinde, bir şekilde bu diyarı terk etmiş bütün insanların sesleri arada bir kulaklarımızda nasıl çınlıyor, sanki buradaymış, sahiden yanımızda ve dudakları inip kalkarak konuşuyormuşçasına geliyor, yanımızda durup saatlerce cümle kuruyorsa geride kalan benliğimiz de çocukluğuz, gençliğimiz, olgunluğumuz, birkaç yıl öncemiz, birkaç ay, birkaç dakika hatta, bir daha gelmemek üzere bizi terk ettiği halde, yaklaşıyor, fısıldıyor, kulağımızın kenarına gölgeli bir işaret bırakarak çekip gidiyor. Uzaklaşmak için gelmişiz adeta bu dünyaya. Kopup geldiğimiz yerin, doğum öncesinin faturasıymışçasına yakaladığımız her şey daha tutar tutmaz, yüzümüze kederle bakıp, elveda diyor. Bir elvedalar bahçesi dünya. Bir ayrılmalar sahnesi hayat, bir kaybedişler arenası mekan, bir unutuşlar anaforu zaman…

Nasıl da gitti çocukluğumuz, ilk kelimeyi duyan kulaklarımızdaki o tını nerelerde? Kim bilir ne vakit, hangi mekanda, bir ateşin etrafına toplanmış ekmek yapan kadınlardan biri önündeki bal tabağından bir çay kaşığı alıp bak, demişti. Bal tadı, ağzımızda çoğalarak ilerleyen serin sular gibi alıp götürmüştü benliğimizi sonraki bütün şekerli tatlara… Varlığımızı alıp götüren o ilk tadışlar nerdeler? Nerdeler ilk sumak ekşileri, ilk nar ekşileri, ilk tatlı kavunlar, ballı incirler? Nereye kayboldu çocukluğumuzun dilleri arasında zamanın midesine kayıp giden o tatlı anılar? Belki ki diğer bütün şeyler gibi çocukluk varoluşumuzun elleri arasında kayıp gitti, bir daha gelmemek üzere bizi terk ettiler.

Bir zamanlar gezdiğimiz ve bir daha görme ihtimali bulunmayan ülkeler, onların şehirleri, o şehirlerin caddeleri, o caddelerde yürüyen, bakan, düşünen insanlar da, o insanların gözlerine çarpıp bir an için dalgınlık yaratan ırmaklar da ölüp gitti. Ne çok insan gördük oralarda, ne çok oralara giderken, ne çok oralarda yaşarken, ne çok dönerken oralardan… Yoklar. Bittiler bizim için. Bir gün, bir yerde, birilerinin, bir şeylerin yanında boşluğa bakan gözleri ansızın donacak ve bizim için zaten ölmüş olanlar, sessizce terk edecek bu dünyayı. Öylesine, rastgele yürüdüğümüz caddelerde, öylesine rastgele yanımızdan geçen, gördüğümüz-görmediğimiz, fark ettiğimiz-etmediğimiz bütün o sokak çağlayanları, bütün o renkli görüntüler, bütün o sayısız hacimli bedenler kim bilir ne zaman, nerede, nasıl son nefeslerini verip tam da o an kim bilir biz ne yapar, hangi işle uğraşırken dünyaya son kez bakarak donuk son görüntüyü yanlarına alıp çekip gidecekler.

Yaşadığımız evler vardı, artık yoklar. İçine girdiğimiz, içinden çıktığımız bahçeleri onların, bir daha kapıları asla açılmayacak bize. İlk ürpertiyle sağa sola dikkatlice bakarak götürüldüğümüz okullar, mezun olduklarımız, sonra yine, bir daha başladıklarımız da aramızdan ayrıldı günün birinde, orada, o okul bahçesinde oynadığımız, sohbet ettiğimiz okul arkadaşları da. Hatta onlarla birlikte, onlarla birlik anılarımız, kahkahalarımız, hüzünlerimiz, umutlarımız, tahayyüllerimiz, hayal kırıklıklarımız da zamanın insafsız elleri tarafından çekilip alındı benliğimizden ve yoklar…

Dedelerimiz, ninelerimiz, onların babaları, babalarının babaları da öldü. Baştan beri her doğuma karşı bir ölüm, her misafire karşı bir yolcu gönderiyor hayat. Nereye baksak ölüler, neye baksak ölüm imgeleri. Hayat ölümün, diriler ölülerin üzerine oturmuş sanki. Varoluşun yakıtı olan ölüm, nasıl da ateşte yakıyor, havada sürüklüyor, suya batırıyor, toprağa gömüyor bütün o bedenleri? Yazık ki anlar anılara, anılar sanılara dönüşerek terk edip duruyor bizi.

Ölüler mi çok diriler mi çevremizde? Geçmiş geride kaldığı, gelecek ise henüz gelmediği için ölüler dünyasının gölgeleriyiz biz… Ölüm mü daha yakın, hayat mı bize? Bir saniye öncesini yakalama ihtimalimiz hiç, bir saniye sonrasına garantimiz de hiç olduğuna göre hayatın güvencesinden çok ölümün riskleri bekliyor her an bizleri.

Bizi terk eden, yalnız bırakan bütün bu ölümlerden sonra biz hala yaşamaya devam etmeyi umut ediyoruz. Yeni dirileri yeni ölülere dönüştürmek için içimizdeki gelecek kımıltısı çalkanıp duruyor bir saniye fazla, biraz daha hayat diye. Heyhat ki o gelecek de o kımıltı da o saniye de bir gün bitecek ve son kez, bir daha çevresindeki bunca kayba rağmen hala direnen benliğimizi alıp götürecek. Çocukluğumuzda ayağımızla ezdiğimiz karıncaların gövdelerindeki patlama, gençken yakaladığımız balıkların misina ucundaki haykırışlar, farkında olarak veya olmayarak öldürdüğümüz bütün o gövdelerde içe dökülen gözyaşları gibi içeriden dışarıya yönelen büyük bir patlamayla zamanın o görünmeyen gövdesinin üzerine yıkılacak vücudumuz.

Değil mi ki ne zaman dalgınca bir yere baksak, ne zaman alnımızın ortasından başlayan yalnız yolculuklardan birini kaybetmiş, şaşkınca ve çaresizce aramaya koyulsak arkasına sakladığı ellerini gösterip ‘işte burada’ diyor hayat; değil mi ki kulağımızı ne zaman şöyle güçlüce açsak, çocukluğumuzun, gençliğimizin seslerinden biri yaklaşıp fısıltıyla dokunarak “hayır, ölmedim, buradayım bak” diyor, belki bir gün, bir yerde, bir şekilde hatırlayan belleklerden birinin hatırlananına dönüşebiliriz, kim bilir?.. Kendileri için bedenen ölsek de ölüsüne dönüştüğümüz belleklerinde sesimizin yankılandığı dostlara selam olsun… Dalından kopmuş yaprağı hala canlıymışçasına didikleyen, tarazlayan, kımıldatan ince yeller gibidir onlar. Ne vakit esseler, biz orada, onların elinde, dalından ayrılmış, her an yeşermeye hazır hüzünlü bir yaprak…