Hüznü sağaltmak
Önce koah rahatsızlığı olan babamın, ardından da annemin salgın hastalığa yakalandığı haberini aldığım, endişeye karışan bir ince ümitle hayata bakabilmeyi yeniden anlamlandırdığım on günlük bir zaman dilimini geride bıraktım. Yanlarında bulunamamak, elimize aldığımız küçük tepsi ve tencerelerle kapı eşiğinde durmak, ne durumda olduklarını uzaktan ve yüzlerini kapatan maskeler ardından tahlil etmeye çalışmak bana farkında olduklarımızı ya da olamadıklarımızı tekrar düşünme fırsatı verdi.
İnsan kesif bir karamsarlığın içinde gezinirken var gücüyle bağırmak, paylaşmak, bu yolla azaltacak olmak iştiyakına kapılıyor fakat yönünü çevirdiği her yerde haykıran, insanları telaşa sevk eden, kırıp döken bir hâlle karşılaşmak bu güçlü iştiyâkı lüzumsuz bir ihtiyaç seviyesine düşürüyor. Artan vefat haberleri, dost ve sevdiklerimizden bazılarının yakınlarını kaybetmeleri, kimi zaman da korku-umut arasındaki bekleyişleri, buna mukabil yirmili yaşlardaki sıhhatli gençlerimizin ufak tereddütlerini büyük harflerle yazarak her ânı rapor etmeleri ve varsayımları hakikatmiş gibi sunmaları hadiselerin yan yana durmasına, birinin diğerinden ayrılamaz hâle gelişine, sıradanlaşmasına sebep oluyor. Aslında yaşadığımız zamanda enerjisi ortaya fütursuzca bırakılan, insanların hürmetkâr bakışlarını mesaj panosu gibi kullanan, kalp üzerindeki etkisini yitiren, aleladeleşen o kadar çok şey var ki… Böylece bazılarımız hep bir tehir içinde bekliyor.
Tarihte bir çağı kapatan ve yeni bir çağ başlatan hadiseler olmuş. Ben, içinde bulunduğumuz sürecin de bu kudrette olduğuna inanıyorum. Artık daha mesafeli, daha dijital, daha yalnız, daha temassız bir dönemin kapısında duruyoruz. Zahirden bakıldığında böyle… Yine de pek çok çoğumuz maskelerin ardında yürümemeyi, sarılmayı, sıcak bir dost eline mecalsiz avuçlarımızı hiç düşünmeden bırakmayı, kalabalık aile meclislerini özledik. Bu özleyiş sadece his değil, düşünce planında da derinlik kazandığında terakkinin gerçekleşme olasılığı büyüyor. İşte burası ümit… Çünkü farkında olmanın bilgisi… Çünkü her bilmek yeni bir sorumlulukta derinleşmenin habercisi…
Mart ayının başında bu kadar uzun süreli bir tutsaklığa maruz kalabileceğimizi düşünememiştik. Hiçbir şey yapmadan yorulmayı, yaşamı dijital ortama hapsetmeyi, derde dert anlatmayı öğrendik. Peki neyi öğrenemedik? “Kendine ve muhatabına faydası olamayan insan çürür.” der bir hocam; “oluncaya kadar da anlatır Allah. Bazen bir insanla, bazen bir radyo programıyla, bir kitapla bazen ama kulağın açık olması gerek.” Çok düşünüyorum şu sıralar insanın nerede tükenmeye başladığını, nerede vazgeçtiğini kendisi üzerindeki hak ve faydasından. İnsanın neden çağlara,“Mü’min bir delikten iki defa sokulmaz.” buyuran Efendimiz’in sözünü okuma noktasında noksan kaldığını, hep aynı zulmette saplandığını? Nasıl ki talebe bir dersin sınavını layıkıyla veremediğinde bütünlemeye kalıyor ya da dersi gelecek sene yeniden almak zorunluluğu hâsıl oluyorsa insan da alıp göğsünün üzerine koyması gereken dersi alamadığında ve basamakları çıkarken tıkandığında, bulunduğu katta köreliyor. Yerinde saymak, ilerleyememek, kendini tavaf etmek körleştiriyor da ruhu. Öyle zannediyorum ki sükûtun, riyazetin, huzurun, kendine dönüşün, gerçek manada aileye ve topluma dönüşün, terakkinin imtihanını vermeden bu döngüden çıkamayacağız biz de…
Mantıku't-Tayr’da bakan ve baktığı her şeyi dikkatli bir nazarla inceleyip süzen insanın, her zerrede Yusuf’unu arayan ayrı bir Yakup göreceğini yazar. (s.288) Bunun için önce susmak ve kalbimizi dağınık bir odaya çeviren lüzumsuz kelime ve insan kalabalığından kurtulmak gerek. Hikmetten gelen her arayış bir bulmak nimetine gönül verir, bu uğurda çalışıp didinir. Arayan insan fark eder, fark eden bulur.
Huzurun, dinginliğin, letafet ve rikkatin sesi, bize sükûtla gelen bir tefekkür kadar yakın. Hüznümüzü ve yorgunluklarımızı ince bir tefekkürde sağaltmak ve muhatap kılındığımız süreçlerin sınavını başarıyla tamamlamak dileğiyle…
Selam ile