Hüseyin Kutlu: 'Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var'
Günümüzün mümtaz mütefekkir sanatkârı, hattat Hüseyin Kutlu, asırlık sanatımızı yaşatmaya ve talebe yetiştirmeye devam ediyor.
Çok büyük bir medeniyetimiz var. Bu muhteşem medeniyetimiz
birçok sanatımıza yansımıştır. Bu güçlü sanatlarımızın başında mimari, musiki
ve hüsn-ü hattımız geliyor. Hüseyin Kutlu Hoca, uzun yıllardan beri hüsn-ü hat
sanatımıza büyük hizmetlerde bulunmakta, maziden gelen sanatımızı geleceğe
taşımak için dersler vermekte, talebe yetiştirmektedir. Bugüne kadar birçok
mükâfatın yanı sıra Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü sahibi olan
Kutlu, yüzlerce talebeyi hakkıyla yetiştirmiştir. Kurucusu olduğu ve kısa adı
BİKSAD olan Bilim Kültür ve Sanat Derneği’nde hüsn-ü hat, minyatür, klasik kemençe, tezhip, ebru, şüküfe,
musiki, Osmanlı Türkçesi, tedavi musikisi, adabı muaşeret, yazı editörlük ve
diğer sanatlarımız öğretiliyor. Çalışmalar, Kanlıca’da özel bahçesi olan tarihî
bir mekânda gerçekleşiyor. Yazı sanatımızın inceliğini,
zarafetini ve ihtişamını günümüzde yaşatan Hocamız, yönelttiğimiz bazı suallere
cevap verdi. Sizi onlarla baş başa bırakıyorum:
Aziz hocam yazı merakınız ne zaman ve nasıl başladı?
Yazı merakım
küçük yaşlarda başladı. Merhum babamın da yazıya karşı ilgisi vardı. Okula
giderken gelirken dükkân levhaları dikkatimi çekerdi. Güzel olanlar pek hoşuma
gider ben de yazabilir miyim acaba deyip iç geçirirdim. İmam-Hatip Okulu’nda
Arapça derslerinde Kur’an harfleriyle yazmaya başladık. Güzel yazmaya özen
gösteriyordum. Herkes beğeniyor ve
takdir ediyordu. Fakat hattat olmak gibi bir niyetim yoktu. Nasıl hattat olunur
onu da bilmiyordum zaten.
Büyüklerimiz, hocalarımız bizi idealist insan
olarak yetiştiriyorlardı. Hasbî olmak, fedakâr olmak… “Sen kendin için değil
kutsî değerlerimiz için yaşayacaksın.” diyorlardı. Biz bu inançla büyüdük,
bizimle beraber bu inancımız da büyüdü. İmam-Hatip Okulu 5. sınıfta iken [1963-64] Hattat Hâmid adını duymaya
başladım. Sönmez Takvimi ser-levhalarında imzalı yazılarını görüyordum. O
zamanlar Hattat Hâmid için “Hat sanatının son temsilcisi, hat sanatı bununla
beraber gider.” falan deniyordu. Hat sanatının yok olmasına tabiî ki seyirci
kalamazdık. Az çok bir kabiliyetimiz var. “Allah Teâlâ verdiği bu kabiliyetin
hesabını sormayacak mı? O hâlde bayrak yere düşmemeli, biz ne güne duruyoruz.”
diyorduk, idealistiz ya… Her şey bizden sorulur…
Hâmid Hoca’dan: “Rabbi Yessir”
Okulu bitirince İstanbul’a
gitmeye mi karar verdiniz?
O sene zaten
felsefe okumaya karar vermiştim. Bu kararımın arka planında yine ‘fedailik’ meselesi
var, felsefeyle sapıtanları yola getirmek… İmam-Hatip Okulu’ndan sonra bir sene
Konya Erkek Lisesi’nde okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü’ne kaydoldum. Malum o dönemde İmam-Hatiplilere üniversiteye
giriş hakkı verilmiyordu.
1968-1969
ders yılında Üniversiteye başladım. Aynı yıl Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan görev
talebinde bulundum. Eskişehir Mihalıççık Merkez Vaizliği’ne tayin edildim.
Görev talebim mecburiyetten kaynaklanıyordu. Kimseye yük olmak istemiyordum.
İki sene boyunca her hafta İstanbul’dan Mihalıççık’a Cuma va’zı için gittim
geldim. Cumartesi günü fakültede derse yetişmem gerekiyordu. Bu arada Hattat
Hâmid’i unutmamıştım elbette. Halim Efendi’nin talebelerinden Salahaddin
Hidayetoğlu adında bir ağabeyimin delâletiyle Hâmid Hocamıza gittik. Talebeliğe
kabul buyurmaları niyazıyla elini öptük. Hocamız lütfettiler bir sülüs ‘Rabbi Yessir’
satırı yazdılar ve yazdıkları kalemi de hediye ettiler. O kalemi hâlâ saklarım.
Dört senede sülüs-nesih icazeti almak nasip oldu. Tarih 1395 hicrî 1974 miladi.
Ancak talebeliğim hocamın vefatına kadar (1982) devam etti.
Kocamustafapaşa’da
Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde uzun yıllar imam ve hatip olarak görev yaptınız.
Bu vazifenizin dışında dersler verdiniz, sanatkâr talebeler yetiştirdiniz.
Büyük alaka gören sergiler açtınız. Caminin ismi ile adınız âdeta aynileşti. O
senelerden hülâsa olarak bahsedebilir misiniz?
Hekimoğlu
Alipaşa Camii’ne 1976’da tayin oldum askerlik dönüşü. Askerliğimi Bursa’da
Işıklar Askerî Lisesi’nde Felsefe-sosyoloji öğretmeni olarak yapmıştım.
Öncesinde Kadırga Sokullu Mehmet Paşa Camii’nde üç sene imamet görevim var. Vaizlik
kadromu imamlığa çevirmiştim. Bu benim hayatımda önemli bir dönüm noktasıdır.
Önceki düşüncelerimden vazgeçmiştim. En büyük hizmetin camide olduğunu görmeye
başlamıştım. Gönlüme bir cami sedası düşmüştü. Fuzûlî’nin dediği gibi:
Aşk odu evvel düşer ma’şuka andan
âşıka
Şem’i gör kim yanmadıkça yandırmadı
pervâneyiw
İslam Bir Medeniyettir
Hakikaten elimde değildi, sevk olunduğumu
düşünüyorum. Üç asırdır kendisinden uzaklaşıp sonunda yok saydığımız bir
medeniyetimiz vardı, ‘İslam Medeniyeti’. Bu medeniyetin merkezi, tarih boyunca
hep cami olmuştu. O hâlde bugün de böyle olmalıydı. Önce İslam’ı bir medeniyet
olarak idrak etmemiz ve böyle anlamamız gerekiyordu. Bu şuurlanma, başlangıçta
olduğu gibi camide başlamalıydı. Gönlüme düşen “İslam Medeniyeti merkezi olarak
Cami, İmam, Müezzin, Cemaat Modeli Oluşturma” fikrinin temelinde bu anlayış
vardı. İmamet vazifesi benim için bir mecburiyet değil bir tercihti. İşte
Hekimoğlu Alipaşa Camii’nde 26 sene bu düşüncemi hayata geçirmek için mücadele
verdim. Mücadele diyorum çünkü çok engellerle karşılaştım ve o engelleri aşmak
için yılmadan mücadelemi sürdürdüm.
Ne gibi engellerle karşılaştınız?
İlki kendi tecrübesizliğim. Boyumdan
büyük işlere kalkışmıştım. Hayal ettiğim hedefime öylesine kilitlenmiştim ki
önüme çıkabilecek engelleri önceden hesap edip doğru plan yapmak şöyle dursun,
çıkan engelleri bile görmezden gelerek önemsemiyordum. En büyük destek göreceğimi ümit ettiğim kendi
kurumum D.İ.Başkanlığı destek yerine köstek oluyordu. Müftü Efendiler problem çıkma ihtimaline
karşı pozisyon alarak tedbirli, temkinli olmayı tercih ediyorlardı. Karşı
karşıya bulunduğum ahval ve şartları anlatmak için bir misal vereyim
isterseniz. Aylık müftülük toplantılarında 26 sene boyunca hiç değişmeyen
gündem maddeleri şunlardı:
1) Hoca
Efendiler camiyi vaktinde açalım.
2) Cami
temizliğine dikkat edelim.
3) Hutbeleri
kısa tutalım.
Yılda 12 ay
olduğuna göre benim görevli olduğum süre içinde 300’den fazla toplantı yapmışız
demektir. Peki, gündemimiz niçin değişmemiş? Bu soruyu kendimize hiç sorduk mu?
Hayır... Dolayısıyla benim düşüncelerim, yapmak istediklerim o günkü cami ve cami
hizmetleri tarifi içinde bulunmuyordu. Aslında bugün de pek değişen bir şey
yok. Bu engeller meselesi böyle uzar gider. Bu arada benim bir şeyi itiraf
etmem gerekir. Akıllı birinin asla yapmayacağı bir şey... Askerlik sonrası
Hekimoğlu Ali Paşa Camii’ni bilerek seçtim. Külliye olması ve bakımsız hâli tam
benim istediğim gibiydi. Yapmak istediklerimi tek tek yazdım. 21 maddede özetlemiş
oldum. Ancak bunlar imamın görevleri arasında bulunmuyordu. Kendimi bunlardan
sorumlu tuttum. “Bunlar her ne kadar senin resmî görevlerin değilse de insani
ve İslami görevlerindir.” dedim. Sonra döndüm kendime şunu sordum: “İyi ama
yetkisiz sorumluluk olur mu? Üzerine aldığın sorumluluğa denk düşecek yetkiye
ihtiyacın var. Kim sana bu kadar yetki verir ki, nihayet sen bir imamsın.” Bu
eksiğimi ikmal edebilme şansım görünmüyordu. Ben de kendi kendime yetki verdim,
kendi kendimi sorumlu tuttuğum gibi.
Peki hocam düşündüklerinizi gerçekleştirebildiniz mi?
Yüzde 60
gerçekleştirdiğimi düşünüyorum. 28 Şubatta sürgün yedim.
Şir şir ile
gerektir ya dost ola ya düşman
Ner arslanın
darbını ner arslan duyan değil
Ölüm zulüm budur ki kelb boğa aç arslanı
Bu tahkikin hududu cihanda beyan değil
diyerek
emekliye ayrıldım. Böyle bir şeyle karşılaşmasaydım emekliye ayrılmaz, yoluma
devam ederdim. Şimdilerde beş senedir üzerinde çalıştığımız Mushaf-ı şerifi
yazan, tezhibleyen sanatkârlar Hekimoğlu’nda yetiştiler. Daha yüzlerle ifade
edebilecek hattat, müzehhib, ebrucu, neyzen yetişti. Bu, Güzel Sanatlar
Fakülteleri’nin toplamından daha çok adede tekabül eder, hem nicelik hem de
nitelik itibariyle. Abarttığım düşünülebilir, inanmayan araştırsın.
Ebediyet Yolcusu
2002
yılında emekli olduktan sonra Kanlıca’da Bilim Kültür ve Sanat Derneği’ni
BİKSAD’ı kurdunuz; Uygulamalı Türk-İslâm Sanatları Kütüphanesi’ni tesis
ettiniz. Farklı alanlarda mümtaz sanatkârlar yetiştiriyorsunuz. Bu çalışmalarla
ne hedefleniyor?
Uygulamalı
Türk-İslam Sanatları Kütüphanesi BİKSAD’dan önce; biliyorsunuz Hekimoğlu Ali
Paşa bir külliye; câmi, tekke, kütüphane, sebil, türbe, şadırvan ve
muvakkithanesiyle. Külliyenin diğer bölümleri gibi kütüphane de senelerin
ihmâlinden hissesine düşeni almış durumdaydı. Balicilerin mekânına dönüşmüştü.
Efe Hazretleri Vakfı olarak restorasyonunu gerçekleştirip hizmete hazır hâle
getirdik. Kanlıca Atâullah Efendi Tekkesi’nde (İslam Medeniyeti Sanat Bahçesi)
olduğu gibi hat, tezhib, ebrû, minyatür, şükûfe, resim, mûsikî nazariyatı, ney,
kanun, ud, klasik kemençe, bendir, Arapça ve Osmanlı Türkçesi kurslarımız
Hekimoğlu Uygulamalı Türk İslam Kütüphanesi’nde devam ediyor. Bütün bu
gayretler, çabalar neticede bir şeyi başarabilmek içindir: Bu dünyaya ‘insan’ olarak
geldik. ‘İnsan kalalım, insan olarak ölelim.’ Cenabı Hak bizi insan olarak
yarattı. Ömür dediğimiz belli bir süre bizi sınamak için ten kafesine koyup
dünya misafirhanesine gönderdi. Seçme ve tercih hakkını bize bıraktı. Aslımızı
unutup dünyalı (ehl-i dünya) olmayı mı yoksa ebediyet yolcusu olmayı mı tercih
edeceğiz? İnsanın doğru tercihte bulunabilmesi için ebedî, sermedi duyguların
uyandırılması ve zinde tutulması icap eder. Sanat, bunu temin edebilecek en
güzel vesiledir. Ruhu besler ve terbiye eder. Bu tarif, sanatı böyle
değerlendirenler için geçerlidir. Geçmişte gelenekli sanatlarımızın, mûsikînin
tekkelerde kullanılmasını ben buna bağlıyorum.
Geçmişten
günümüze başta hüsn-i hat olmak üzere diğer klasik Türk-İslam sanatlarındaki
gelişmeleri nasıl buluyorsunuz? Bilhassa son yıllarda, özellikle gençler
tarafından bu sanatlarımıza bir teveccüh görünüyor. Her yerde kurslar açılıyor.
Bu alakayı ve gelişmeleri, sanatımızın tekâmülü bakımından nasıl buluyorsunuz?
Elhamdülillah
ciddî bir alaka var. Yukarıda arz etmeye çalıştığım gibi biz bu sanatlarımızın
kaybolmasından korkuyorduk, kaybolmaması için de hasbî olarak çalışıyorduk.
Hasbî diyorum çünkü hiçbir beklentimiz yoktu, olamazdı da… Şimdi ise ‘yozlaşma’
endişesi taşıyoruz veya taşıyorum. Sanat medeniyetle doğar ve gelişir.
Gelenekli sanatlarımız İslam Medeniyeti ile doğup gelişmiştir. Bugün İslam
Medeniyeti yaşıyor ve yaşanıyor mu? Hayır. Biz en az yüz senedir Zıya Gökalp’in
dediği gibi, “İslam ümmetindenim Garp medeniyetindenim” demiyor muyuz? Bu
ifade, ya “İslam Medeniyeti diye bir Medeniyet yoktur.” anlamına gelir; ya da “Geçmişte
kaldı, bugün için ihtiyaca cevap veremez.” demek olur. Peki medeniyetsiz
sanattan bahsedilebilir mi? Şu hâlde bugün gelenekli sanatlarımızın kaynağı
yitirilmiş, ruhu kaybolmuş. Bu gerçeği görmemiz ve ona göre bir şeyler yapmamız
gerekiyor. İhmal edilirse ‘yozlaşma’ kaçınılmaz olur. Ümitsiz değilim. Aka aka
mecrasını bulacağına inanıyorum.
Hâce
Muhammed Lutfi Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri isimli kıymetli bir eseriniz var.
Gönül dünyamızın ve tasavvuf âlemimizin yıldızlarından birisi olan ve halkımız
arasında “Alvarlı Efe Hazretleri” olarak bilinen muhterem bu şahsiyetten,
hizmetlerinden ve eserlerinden bir nebze bahseder misiniz?
Takdir
edersiniz ki bu uzun bir bahistir. Merak edenler okuyup istifade edebilirler.
Efe Hazretleri’nin manzum tasavvufî eserlerinin tamamını Hulasatü’l-Hakayık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî ismiyle
yayınlandık. Manzum dualarını ayrıca Nazlı
Niyazlar olarak yayınladık. Yüz elli civarında eseri bestelenmiştir.
Bunları da zaman içerisinde inşallah yayınlamış olacağız.
Sırası gelmişken önemli bir hususa dikkat çekmek isterim. Bizim kendi içimizden çıkan akl-ı selimden yoksun etkili ve yetkililerimizin kökünü kurutmaya karar verip sonunda soldurmayı becerdikleri medeniyet çınarımızın, kültür bostanımızın, bizi biz yapan değerlerimizin tohumlarını bin bir türlü meşakkatle sonraki nesillere ulaştıran kahramanlarımızı asla unutmamalıyız. İşte Efe Hazretleri eli öpülesi o büyük insanlardan birisidir. Biz onlara medyun-i şükranız. Allah onlardan ebediyen razı olsun.