Hoop! Nereye Gidiyoruz?
Ülke olarak son yıllarda güzel gelişmeler yaşıyoruz. Savunma sanayiinde yerlileşme oranı artıyor. Türkiye artık kendi topunu, füzesini, tüfeğini kendi yapar hale geldi. Milli savunma sektöründe İHA-SİHA gibi yenilikler sayesinde kendi ayaklarımız üzerinde durabilir hale geldik. Hatta bu ürünlerin ihracatını dahi yapıyoruz.
Diğer taraftan terörle mücadele
de iyi gidiyor. PKK vb. örgütler tarihlerinde görülmemiş yenilgiler yaşıyorlar.
FETÖ temizliği sayesinde Güneydoğu ve Doğu’da terörle mücadele süreci daha da
hızlandı. Asker, polis ve MİT’in ortak çalışmasıyla çok sayıda terörist etkisiz
hale getirildi. Yurt içindeki mücadeleye ek olarak Kuzey Irak gibi bölgelere de
nüfuz ederek teröre diz çöktürür hale geldik.
Doğu Akdeniz’de ve sair deniz
sahalarında haklarımızı savunur hale geldik. Artık çekinmeden, korkusuzca,
gemilerimiz enerji kaynaklarının ekonomimize kazandırılması için harıl harıl
çalışıyorlar. Bize gözdağı verenlere biz de gereken cevabı verebiliyoruz.
Sindiğimiz, boyun eğdiğimiz pısırık dış politik atmosfer dağıldı, yerine daha
aktif bir dış politik ortam geldi.
Bunlar güzel gelişmeler. Ancak
yolunda gitmeyen işler de var. Mesela aile ve aile politikaları konusunda
sınıfta kalmak üzereyiz. AB/Batı dayatması bir metin üzerinden toplum ikiye
bölündü. İstanbul Sözleşmesine taraf olanlar kadın cinayetlerini bahane ederek
sözleşmeyi ısrarla savunuyor, sözleşmeye taraftar olmayanlar ise aile yapısının
sürekli parçalandığı temel iddiasıyla karşı çıkıyor.
Yapılan bazı araştırmalara göre
İstanbul Sözleşmesi imzalandıktan sonraki süreçte işlenen kadın cinayetlerinde
bir azalma yok. Yani sözleşmenin kadın cinayetlerini azaltıcı bir etkisi
bulunmamakta. Ancak LBGT’ciler, kızıl ve yeşil Feministler sözleşme iptal
edilirse kadına şiddetin artacağı yolunda fikir beyan ediyorlar. İstanbul
Sözleşmesini sihirli bir kurtarıcı olarak görüyorlar. Karşı çıkanların ise karşı
çıkış gerekçeleri çok daha fazla. Ailenin çözülmesi, erkeğin haksız şekilde
ömür boyu nafaka yükü altına sokulması, erkeğin haksız ve yersiz ithamlarla
aileden uzaklaştırılması, kadının ve erkeğin aile kurumuna ihanet etmesi
karşılığında gerekli cezaya çarptırılmaması ve neredeyse el üstünde tutulması,
LBGT’cilere yol verilmesi, cinsiyet kavramı konusunda toplumun zihninin
bulandırılması vs. Karşı çıkanların gerekçe listesi, sözleşmeden yana
olanlardan daha fazla.
Sözleşmenin feshedilmesine karşı
çıkanlar tamamıyla haksız değiller. Ancak görmezden geldikleri nokta, bu
sözleşmenin yerli ve milli olmaması, bir batı dayatması metin olarak Türk aile
yapısına dayatılması. Daha da kötüsü bu sözleşmenin şiddeti önlemede yetersiz
oluşu. Sözleşmenin feshini savunanlar haksız değiller çünkü uzmanlara göre
sözleşme cinsel sapkınlıklar ve bireylerin cinsel tercihleri noktasında din,
ahlak ve töre dışı eğilimlerin önünü açıyor.
İşin kötü tarafı, sağ-muhafazakâr-İslâmcı
kanat bu sözleşme yüzünden hiç de hiç olmayan bir tartışma içerisine girmiş
durumda. Oysaki işi bu noktaya getirmeye, çirkinleşmeye hiç gerek yoktu.
Sözleşmeyi savunanlar niye savunduklarının gerekçelerini ortaya koyarlardı,
karşı çıkanlar da neden karşı çıktıklarını gerekçeleriyle açıklarlardı. En son,
nihai karar verileceği zaman bütün bu görüşler değerlendirilir, iyi kötü bir
karar verilirdi. Mesela muhafazakâr siyasetçi ve kanaat önderlerine ağız dolusu
küfreden bir takım pespaye adamlar hakkında neredeyse hiç ses çıkarılmaz ve
hiçbir kovuşturma yapılmazken bir yazara, hem de Türkiye çapında (81 ilde) dava
açılması ilginç bir tablo oluşturdu. Oysaki işin bu noktaya gelmemesi
gerekirdi. Her iki taraf da kontrollü şekilde fikrini savunsaydı bu çirkin
tablo ortaya çıkmayacaktı. Demokratik olarak yeterince olgunlaşamadığımızdan
olsa gerek, çoğu zaman bir fikri savunurken iş hakaret ve küfürleşmeye kadar
gidebiliyor.
Bir başka sıkıntı ise, sözleşmeye
karşı çıkanlarla sözleşmeyi savunanların eşit güce sahip olmaması. Medya
kanalları, ifade ve düşünce hürriyeti, siyasi güç ve maddi güç bakımından iki
taraf da eşit değil. Bu yüzden bazen kantarın topuzu kaçıyor ve bilhassa
sözleşmeye karşı çıkanlar yeryüzünün lanetlisi muamelesi görebiliyor. Siyasal
iktidar ve ekseninde oluşan sivil toplum ve medya odakları sözleşmeye karşı
çıkanları çok kolay linç edebiliyor. Oysaki sözleşmeyi savunmak ne kadar haksa,
ona karşı çıkmak da bir o kadar haktır. Herkesten her yapılan işe kafa
sallamasını, onay vermesini istemek kerameti kendinden menkul ve hesap
sorulamaz bir güç odağı ortaya çıkarır ki, bu durumda yarınlara özgürlük ve
hukuk penceresinden bakmamız imkânsız hale gelir. Umarım aklımız başımıza gelir
de bu yanlıştan bir an evvel döneriz.