Hilm!..
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insan neslinin en mülâyimi idi. Bu yüzden insanlarla muâmelesinde dâimâ kolaylığı tercih eder, zorluğa, öfke ve kızgınlığa yer vermezdi.
Hakk’ın çiğnenmesi dışında öfkelenmez, şahsına karşı işlenen kusurları kolayca affederdi.
Ne kadar kaba bir muâmeleye mâruz kalsa da nezâketini bozmaz, kendisine kötülük edenlere bile güzellikle muâmelede bulunurdu.
Lokman Hakîm şöyle der:
“Evlâdım! Üç şey, üç şeyle bilinir: Hilm, gazap ânında; şecaat, harp meydanında; kardeşlik ise, ihtiyaç ânında.”
YİĞİT ÖFKESİNİ YENENDİR!
Hilm ahlâkının en çok yaşanması gereken zamanlar, insanın öfke ve hiddete kapıldığı, aklın yerini hissin aldığı nâzik anlardır. Böyle bir anda nefsini dizginleyebilmek, mânevî bir olgunluk ister. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107, 108)
Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yeni Müslüman olan, dînin edep ve nezâketini yeterince öğrenme fırsatı bulamayanlara karşı da dâimâ halîm ve müsâmahakâr davranmıştır. Nitekim şu hâdise bunun tipik bir misâlidir:
Bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdu. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)
Tâbiînin büyüklerinden İmâm Şa’bî’nin, kendisine hakâret eden fâsık bir şahsa kızmak yerine:
“Dediklerin doğru ise, Allah beni affetsin! Eğer yalancı isen, Allah seni affetsin!” şeklindeki cevâbı da, hilm ahlâkının müstesnâ bir tezâhürüdür.
HİLM, ZULME BOYUN EĞMEK VE İLÂHİ EMİRLERİN İHLÂLİNE MÜSAMAHA
Velhâsıl, merhamet, şefkat ve muhabbet gibi güzel hasletlerin neticesi olan hilm ve müsâmaha, Cenâb-ı Hakk’ın emr-i ilâhîsi ve Peygamber Efendimiz’in tabiat-ı asliyesidir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Rıfktan (yumuşak huyluluktan) nasîbi olana, hayırdan da nasip verilmiştir. Rıfktan nasîbi olmayan da hayırdan mahrum kılınmıştır.” (Tirmizî, Birr, 67/2013)
Bununla birlikte bütün hasletler gibi hilm ve müsâmahanın da bir ölçüsü vardır. Yumuşak huylu olmak adına zulme boyun eğmek veya ilâhî emirlerin ihlâline müsâmaha göstermek aslâ doğru değildir. Hilm-i himârî (merkep uysallığı) denilen böylesi bir davranış, kötü kimselerin kötülük yapma arzusunu ve cesâretini artıracağından, son derece yanlış bir tavırdır
Duamız:
Yâ Rabbî, bizleri en büyük endişesi dünya olanlardan eyleme!..
Bizi hak ve hakikatten, adâlet ve hakkāniyetten ayırma!..
Bizleri âhirette yüzü ak olanlardan eyle!..
Âmîn!..
(*)Muhterem Osman Nuri Topbaş’tan
TASAVVUF AHLÂKINA GÜZEL BİR MİSAL
Bugünkü yazımızın ilk bölümünü Muhterem Osman Nuri Topbaş’ın dikkatle takip edilmesi gereken “sohbet”lerinden “Hilm”e ayırdık.
Hilm…
Çok mühim.
Dilimiz keskin bıçak gibi oluyor çoğu zaman, bu da özellikle gençlerimizin başka diyarlara yönelmesine yol açıyor.
Haddinden fazla şiddet, gayedeki hikmeti yok ediyor!..
‘Tasavvuf Ahlâkı’ndan kopmamak çok mühim.
Muhterem Osman Nuri Topbaş’ın aşağıdaki açıklamasındaki hassasiyet, “tasavvuf ahlakı”nın ne olduğunu gösteriyor.
Bize de “günümüzden” çarpıcı bir misal sunuyor.
Dikkatlerinize arz ederiz:
“Son zamanlarda şahsım hakkında yapılan birtakım aşırı iltifatlarla dolu, şiir ve ilâhilerle süslenmiş, çeşitli resim, slayt ve videolar internette yayınlanıp yayılmaktadır.
İyi niyetle de yapılmış olsa, bu tür aşırı iltifat ihtiva eden yayınları aslâ tasvip etmediğimin, bunlara hiçbir şekilde izin ve rızam olmadığının, o yayınlarda ifade edilen aşırı yüceltmelerle uzaktan-yakından bir alâkamın bulunmadığının, siz kardeşlerim tarafından bilinmesini arzu ederim.
Ne İslâm ahlâkının ne de tasavvufî âdâbın hiçbir şekilde tasvip etmeyeceği; gurur, kibir ve şöhrete zemin hazırlayan ve reklâm edercesine yapılan bu tür övgü ve yüceltmelerden rahatsız olduğumu, Kurʼân ve Sünnet ölçüleri dışına taşan her şey gibi, şahsıma gösterilen ‘aşırı muhabbet ve hürmeti’ de son derece mahzurlu bulduğumu, tekrar ve açıkça ilan ederim.
Bu tip yayınların yapılmamasını, yapılmış olanların da en kısa zamanda yayından kaldırılmasını hâssaten rica ederim.
En büyük rehberimiz ve mürşidimiz Peygamber Efendimiz –Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem– kâinâtın medâr-ı iftihârı olmasına rağmen ‘Lâ fahra/övünmek yok’ buyururken, Oʼnun âciz bir ümmeti olmaya gayret eden bizler de lâyık olmadığımız bu nevî iltifatlardan Cenâb-ı Hakkʼa sığınırız.
(…)
Diğer taraftan, mensubu bulunduğu mânevî yola duyduğu muhabbette aşırıya kaçarak ‘kendi yolunun en günahkârının bile, o yola mensup olmayan kırk kişiye şefaat edeceği, âhirette kendi mürşidinin eteğine tutunanların doğrudan Cennet’e gidecekleri’ şeklinde, şerʼî esaslarla aslâ telif edilemeyecek tarzda, asılsız, mesnedsiz, hezeyana dönüşmüş heyecan taşkınlıklarına da -az da olsa- maalesef rastlamaktayız.
Evvelâ şunu ifâde edelim ki, şefaat haktır. Rabbimiz dilerse, dilediği kullarına bu salâhiyeti bahşedebilir. Lâkin kimin kime şefaat edeceği, ancak Rabbimizʼin bileceği bir husustur.
Âyet-i Kerîme’de buyrulduğu üzere;
‘…İzni olmadan Oʼnun katında kim şefaat edebilir?..’ (el-Bakara, 255)
Dolayısıyla sâlih kullara duyduğumuz hürmet, muhabbet ve hüsn-i zannı, şerʼî bir nass katʼiyyetinde görmek, kişiye mânen zarar vermekten başka bir şeye yaramaz.
Unutmayalım ki bu imtihan âlemine hiçbirimiz birbirimize karşı övünmek için gelmedik. Cenâb-ı Hak, râzı olduğu kullarının vasıflarını beyân ederken;
‘Rahmânʼın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler…’ (el-Furkân, 63) buyurmaktadır.
Bir başka âyet-i kerîmede de;
‘Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma!..’ (el-İsrâ, 37) îkâzında bulunmaktadır.
(…)
Bizler de dâimâ acziyetimizi îtiraf ederek Yûsuf –Aleyhisselâm-ʼın şu duâsıyla Rabbimizʼin rahmetine ilticâ etmeliyiz:
‘…(Ey Rabbim!) Beni Müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!’ (Yûsuf, 101)
Cenâb-ı Hak lûtf u keremiyle âkıbetimizi hayreylesin.
Âmîn!..