Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Hikmet Mabedi Ayasofya-2

Fetihten birkaç yıl önce, Osmanlı Sultanı, depremden bir kısmı zarar gören Ayasofya’nın onarımı için, Edirne Sarayı’ndaki Ali Neccâr isimli bir mimarı İstanbul’a gönderir. Rivayetlere göre, mimar geri dönüşünde müstakbel fetih camisinin (Ayasofya) yeni minaresinin de yerini ve planını hazırlar.

Kutlu fethin gerçeklemesiyle tevhit mabedi, Son din İslâm’ın bayraktarlığını yapar. Ancak bilge hükümdar Fatih, camiye çevirdiği Ayasofya’nın ismini değiştirmez. Burada ilk namazı kılan Sultan, daha sonra burayı kendi hayratının ilk eseri olarak vakfeder.

Zaman içerisinde Fatih ve onun hanedanından torunları, bu yüce mabede hizmet etmekten kaçınmazlar. Minareler yapılır, fethedilen Macaristan’dan getirilen dev kandiller Ayasofya Camisinin içine (mihrabın iki tarafına) konulur.

Padişahlar ve şehzadeler, Ayasofya Camisi’nin haziresinde yapılan türbelere defnedilir. Bu türbelerdeki çiniler, Osmanlı sanatının en nefis örneklerinden oluşur. Kudüs ile Mekke kardeş ve İstanbul’un konumuna göre aynı yönde oldukları için (bir iki derecelik bir farkla), Kıble konusunda fazla bir sıkıntı çekilmez.

Buna ilave olarak minber, müezzin mahfili, vaaz kürsüsü, renkli camdan yapılmış vitray ve ayetlerle süslü olan pencereler, Ayasofya’ya İbrahim milletinin hizmetinin kesintisiz olduğunu gösteren güzelliklerdir. Mabedin dışına, medeniyetimizde çokça örnekleri olan şekliyle, camilerin yanında bulunması gereken medrese, muvakkithane inşa edilir. Böylece Ayasofya Camisi’nin, bütün iç ve dış mekanları tamir edilir, yeni ilave bölümler eklenir ve ihya edilir.

On dokuzuncu yüzyılın ortalarında, boyları yedi buçuk metreye ulaşan Allah, Muhammed, Dört Halife ve Hasan-Hüseyin isimlerinin yazılı olduğu muhteşem hatlar, Ayasofya’ya devlet adamlarının (Kazasker Mustafa İzzed Efendi-1801-180-77) katkılarını göstermeye yeter. Hatlar, caminin müzeye çevrildiği dönemde, yapının dışına çıkarılmaya çalışılır ise de, kapılardan geçemediği için mabedin içine bırakılır. Ancak Adnan Menderes döneminde tekrar ait oldukları yerlere yükseltilirler (1951).

Osmanlı Sultanları, Ayasofya’ya sadece namaz kılmak için gelmezler, ayrıca kandil ve mübarek günlerde gelip her türlü ibadetle meşgul olup Kur’ân tilavetinde bulunurlar. Böylece sedef işlemeli rahleler ortaya çıkar, duvarlar Osmanlı İznik çinileriyle kaplanır.

Ayasofya’nın, 1935 yılında müze olduktan sonra, kapatılan hünkâr mahfili, 1980 yılında ibadete açılır. Ancak restorasyon sebebi gerekçe gösterilerek bir buçuk ay sonra, tekrar kapatılır. Ta ki, 1991 yılında burası namaz kılmak için tahsis edilerek kısmen camii olarak kullanılmaya başlanır.

Ayasofya cami olduğu sürece, ruhaniyetine uygun olarak Padişahların da katıldığı nice tadına doyulmayan cumalara, ramazanlara, teravihlere ve kandillere sahne olur. Sultanlar, bu kadim mabedin Yaratan’a ibadet esnasında dillerden çıkan sözlerinin sindiği duvarlarına enfes hat levhalar yazar ve onları güzelleştirirler.

Yine o hükümdarlar, bu ulu camiye hangi dinden olursa olsun fakir fukaranın karnının doyması için aşhaneler eklerler. Bunlara ilave olarak şadırvan, kütüphane, sıbyan mektebi, Ayasofya camisine ayrı bir zenginlik katar, onu tevhid medeniyetinin bir külliyesine çevirir.

Fırınından çıkan taze ve bereketli ekmekler, sıcak çorbalar, lezzetli pilav ve zerdeler muhtaçların sığındığı mekâna dönüştürür Ayasofya’yı. Hasılı, Ayasofya, hem ruhları ve hem de bedenleri doyurur ve imar eder. Binlerce zengin kitaba ve nadide yazma esere muhafızlık yapan Ayasofya Camisi, aynı zaman da muhaddis ve müfessirlerin ders halkalarına mekân olarak hizmet verir. Böylece okunan ayetler ve hadislerin sesleri, yanındaki büyük kadim çınar ağaçlarına konmuş bülbüllerin sesleriyle bir harmoni oluşturarak göklere yükselir.

Ayasofya Camisi’nde akan sebiller, medeniyet ilim, hikmet ve irfan pınarlarının kesilmediğini gösterir. Sıbyanlara ve gençlere birikimini ve bereketini coşkun bir şekilde akıtır. Akan temiz ve berrak sular, gönülleri ve ruhları arındırır.

Ayasofya bir peygamberler mekanıdır adeta. İbrahim Peygamber’in sofrasından çıkmışçasına, aşevinden yemekler pişer, kaynar ve lezzetini bulur. Nuh’un gemisinden dağıtılan aşurenin ikramı, yine bu ulu camide gerçekleşir. Musa, Nil’in bereketli sularını onun sebillerine taşır. Yeryüzünün en güzel sütunlarını, Süleyman, cinlerine taşıtır. Davud, elleriyle yaptığı işlemeli demir işlerini kapılarına takar. Yusuf, bu yüce mabedin gelir ve giderini vakfiyesine uygun bir şekilde harcamasının planını yapar. İsa, Ayasofya’da bilgelik sırrını açıklayarak ruhları diriltir. Son Peygamber Hz. Muhammed (s), yaklaşık dokuz asır önceden atası İbrahim’in getirdiği iki dinin temsilcilerine ibadet mahalli olan mabedin bulunduğu şehrin fethini müjdeler.

Ayasofya’nın müze olması, akabinde bu yapının incelenmesinin ABD’de bulunan Bizans Enstitüsü (the Byzantine Institute of America) adlı araştırma kurumuna bırakılmasını makul gerekçelerle izah etmek mümkün değildir. Ancak bugün için, iki kitabî dine mabetlik yapmış olan kutlu eser, artık fethin ruhuna uygun olarak aslî konumuna döndürülmelidir.

Ayasofya, bugün ruhuyla cismiyle çıplaktır, ruhu ızdırap çekmektedir, bundan dolayı ağlamaktadır. Onunla birlikte kendisini sevenleri de hüzünlendirmekte ve ağlatmaktadır. Zeminindeki ruhsuz soğuk mermer ve taşları, iki bin yıldır Yaratan’ı zikir ve fikirden mahrumdur. Duvarları, Hakk’a yapılan yakarış ve duaları muhafaza etmektedir.

Bir asra yakın, her şeyi Yaratan’a inananlar, Ayasofya’nın bu öksüz ve yetim halini görmekten büyük bir hüzün duymaktadırlar. Hz. Peygamber’in Fatıma, Ali, Hasan ve Hüseyin için ‘Ehl-i Beytim’ dediği gibi, Ehl-i Kitab’a da mabetlik yapmış olan bu yüce yapının, tefekkür ve tezekkürden yoksun hali sonlandırılmalıdır.

Bir gösteri malzemesi yerine, amacına uygun bir şekilde ibadet, dua ve yakarışla buluşmalıdır. İnanan herkesin, bu amacın gerçekleşmesi için, yapabileceği her gücü kullanması, Yaratan’a karşı bir borçtur.

Avrupa’daki Hıristiyanlar ve onların din adamları rahipler, cemaatsiz kalan kiliselerinin başka (çirkin/ahlak dışı) amaçlar yönelik kullanılmaması için, cami yapılmasını arzu ederler. Eminim ki, onlar da iki bin yıllık iki dine mabetlik yapmış olan Ayasofya Camisi’nin, tekrar ibadet ve duayla buluşmasını arzu ederler. Çok sevdikleri Süleymaniye ve Sultan Ahmet Camisi’lerine kendi mabetleri gibi saygı duyup içinde büyük bir manevi haz yaşadıkları gibi, Ayasofya’nın da ibadete açılmasını beklerler.

Yine bir müze olan Sümela Manastırı’nda Hıristiyanlara ve Akdamar Kilisesi’nde Ermenilere ibadet hakkı veren Devletimiz, kendi tebaasına Ayasofya Camisi’nde kulluğu çok görmemelidir.

Edirne’de bulunan, yandığından dolayı II. Abdülhamid’in tekrar yaptırdığı ve Avrupa’nın ikinci büyük sinagogunu büyük bir bütçeyle restore edip Yahudilerin ibadetine tahsis eden Devletimiz, medeniyetimizin miras bıraktığı anlayışla, Bulgar Demir Kilisesi’ni de yine aynı şekilde onarıp Hıristiyanların ibadetine açtı.

Ayasofya, Fatih, Süleymaniye ve Sultan Ahmed Camilerinin abisidir. Bu kardeşliği bozmayarak Hz. İbrahim’in tevhit ailesini ibadetle buluşturmak yöneticilerimiz için, kutlu ve yüce bir vazifedir.