Hikmet Mabed-i Ayasofya-1
İnsanın Allah ile irtibatı, sıradan bir ilişki değildir. Sonlu, sınırlı ve sonradan olan insan ile sonsuz, sınırsız ve aşkın Yaratan’ın bu münasebeti, önce akıllarda, sonra kalplerde ve nihayetinde her yerde gerçekleşebilmektedir. Hakk ile olan bağlantımızı sağlayan peygamber ve onların getirdiği kitaplar da, elbette beşeriyetin hayatında önemli yer tutmaktadır. Bunların yanında coğrafyalar ve mekanlar da, bir o kadar hakikatin tercümanlığını yapmakta, ayrıcalıklı bir duruma sahiptirler.
Mekke (Şehirlerin Anası), Medine, Kudüs, Mısır, Babil, Ninova, Sebe, Medâin, İrem gibi şehirlerin; Kabe (Mescidü’l-Haram), Mescid-i Nebevî, Mescid-i Aksa (Beyt-i Maktis), Tuva Vadisi, Arafat Meş’âr-i Haram, Müzdelife, Arz-ı Mukaddes, Bedir, Hicr, Hunenyn, Makâm-ı İbrahim, Safa ve Merve, Cudî Dağı, Tur Dağı, Tih Çölü gibi mekanların ruhanî olan yönlerini bulunmaktadır. Demek ki, ibadet, dua ve dinî ayinlerin yapıldığı mekânların da ayrı bir ruhaniyeti vardır.
Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in, Kabe’yi inşa etmeleri, kulluğun kadîm, ruhanî mekânını ortaya çıkardı. Hz. Davud ve oğlu Süleyman Peygamber’in Kudüs’te Beyt-i Makdis’i (Mescid-i Aksa), mabet olarak yükseltmeleri, Hz. Peygamber’in (s) salih ve sadık arkadaşlarıyla birlikte Medine’de Mescid-i Nebevî’nın yapımını gerçekleştirmeleri, tevhit çizgisinin ana safhalarını oluşturmaktadır.
İslâm Peygamber’inin (s), nebevî hikmet geleneğinin bir sonucu olarak, ataları İbrahim ve İsa’nın takipçilerinin yaşadığı coğrafyaları kutlu fetihlerle müjdelemesi, o bölgelerdeki tevhit zincirinin devamına işaret etmektedir. Fethedenlerin ‘Ne güzel komutan ve ne güzel ordu” diye muştulandığı Konstantin’in şehri/polisi İstanbul, içindeki yüce mabet Ayasofya ile beraber bu nebevî müjdeye konu olmaktadır.
Kutsal Bilgelik (İlahî Hikmet) anlamına gelen Ayasofya’nın, Hz. İsa’dan üç asır sonra birinci inşası gerçekleşir. Aslında bu ulu mabet, tarihte aynı yere üç defa inşa edilen ender yapılardan biridir. Bugünkü Ayasofya ise, Üçüncü Ayasofya olarak bilinmektedir.
İsyanlar, ayaklanmalar, işgaller, depremler ve yangınlar nazlı bir azize/gelin olan Ayasofya’nın tarihini etkiler. Birinci ve İkinci Ayasofya’dan kalıntılarla birlikte Hikmet Mabedi, günümüze kadar gelebilmiştir. Zaman zaman çöken, yıkılan ve hasar gören büyük kubbe, Mimar Sinan’la huzur ve güvene kavuşur. Artık zarar görmekten müstağni bir hale gelir. Bizanslıların, ‘meleklerin taşıdığına’ inandığı Ayasofya’nın geniş kubbesi, Sinan’ın istinat duvarlarıyla teminat altına alınır.
Ayasofya’nın bânisi ve aynı zamanda şehri kurup ismini veren Constantinus, Hıristiyanlığı, Doğu Roma’da resmi bir din olarak ilan eder. Hıristiyanlık, 313 yılına kadar, Roma İmparatorluğu’nda herhangi bir din olarak kabul edilmez. Pagan (putperest) Roma, tevhit dinine inanan Hıristiyanlara üç asır her türlü işkence, baskı ve zorbalığı gerçekleştirir. Ancak 380 yılında İmparator Theodosius, Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline getiren Selanik Fermanı’nı ilan eder.
Constantinus’un ömrü, Birinci Ayasofya’yı tamamlamaya yetmez, mabetin yapımı oğlu tarafından ikmâle erdirilir. Ayasofya’nın bulunduğu yer, sıradan bir yer değildir. Pagan dinlerin ayinlerini gerçekleştirdiği Artemis Tapınağı üzerine inşa edilir.
Ayasofya, Doğu Roma İmparatorluğu’nun Aya İrine’yle birlikte iki ana (protokol) kilisesidir. Siyaset ve din temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşen imparatorların taç giyme törenlerinin Ayasofya’da yapılması, onun değerini göstermektedir.
532’de İkinci Ayasofya’nın yıkılmasıyla, iktidarda Justinianus bulunmaktadır. Onun hayali, kendinden önceki bütün imparatorlardan daha büyük ve görkemli bir kilise yaptırmaktır. Bunun için çok geniş bir bütçe ayıran ve büyük servet harcayan İmparator, fizikçi ve matematikçileri mimar olarak vazifelendirir. Efsaneye göre, çizilen yapı projelerinin hiçbirini beğenmez. Bu iki önemli mimardan birisi çalışırken, uyuyakalır. Sabah uyandığında, hazırlanmış bir mabet planıyla karşılaşır.
On bin işçinin çalıştığı bu yüce mabedin inşasındaki bir takım yontulmuş hazır sütun, kapı ve taşların, kadim tapınak ve yapılardan getirildiği söylenmektedir. Ayasofya’yı ayağa kaldıran sütunlar, Efes (Artemis Tapınağı), Mısır (Güneş Tapınağı/Heliopolis) ve Lübnan’dan (Baalbek Tapınağı) getirilmiştir. Büyük yapı taş, sütun ve malzemelerinin, o günün şartlarında uzak mesafelerden şehre nasıl getirildiği, hâlâ bir merak konusudur.
Mısır’dan gelen kırmızı taş, Yunanistan’dan yeşil taş, Suriye’den sarı taş, Marmara Adası’dan beyaz berber ve İstanbul’un kara taşı, Ayasofya’nın estetiğine güzellikler katar. Bir anlamda farklı coğrafyalardan gelen kıymetli malzemelerle Ayasofya, beş yılda yükselir.
Hz. Peygamber’in (s) doğumundan otuz dört yıl, yeni İbrahîmî dinin (İslâm’ın) gelmesinden yetmiş üç yıl önce tamamlanan Ayasofya’nın açılışı, büyük bir tören düzenlenerek devlet protokolüyle yapılır. Ayasofya’nın, yeryüzündeki en büyük yapı kabul edilen Süleyman’ın Tapınağı’ndan daha büyük olması için uğraşan Justinianus’un, açılış konuşmasında “Ey Süleyman, Seni yendim” dediği anlatılır.
Belki büyük ve maksadını aşan konuşmaların mı sebep oldu bilinmez, ama aynı yüzyıl içindeki iki deprem, kubbelerin tamamen ve kısmen çökmesine neden olur. Tıpkı, kaptanın ‘Tanrı’nın bile batıramayacağı” gemi diye ifade ettiği Titanik’in ilk seferinde bir buz dağına çarparak batması gibi. Veya “Göklere meydan okuyan” anlamına gelen Challenger isimli uzay mekiğinin kalkışından yetmiş iki saniye sonra havada infilak etmesi gibi. Sonuçları itibariyle bu iki üzücü olayda yüzlerce insan hayatını kaybeder.
Ayasofya’da hepsi tek parça olan ve en büyüğü yirmi metre olan yüz yedi sütun bulunmaktadır. Kalınlıklarının yarıçapı bir buçuk metre olan bu sütunlar, yetmiş ton ağırlığındadır. Bizanslılar, gerçek sebebi bilinmemekle birlikte Ayasofya’yı dünyanın merkezi olarak görürlerdi.
Muhtemelen tevhit çizgisinin hatırlanması, bazı zamanlarda Ayasofya içindeki resim, heykel ve ikonların mabetten çıkarılmasıyla sonuçlanır. Nitekim Ayasofya içinde, suret tasviri bulunmayan mozaiklerden bir kısmı, altıncı yüzyılda yapılan ilk mozaik çalışmalardır.
Tarihinde, Ayasofya’ya verilen en büyük zararlardan birisi, Dördüncü Haçlı Seferi’nde, Katolik Haçlıların İstanbul ile birlikte bu kutsal mabedi yağmalamasıdır. Bu yağmadan, Hıristiyanlar için kutsal olan hatıralar, altın ve gümüşten yapılmış kıymetli eşyalar ve kapılardaki değerli ziynetler bile nasibini alır.
1204’de vaki olan Latin İstilası, elli yedi yıl sürer. İşte o dönem, yüce mabet yağmalanın yanında, anlatılanlara göre bazı saygısızlıklara da maruz kalır. Muhtemelen Ayasofya’ya yapılan bu yağmalama girişimi ve sonuçları, İstanbul’un fethinden birkaç yıl önce, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesi konusu gündeme geldiğinde, acı hatıralar olarak canlanır. O meşhur cümle, Bizanslı Grandük Notoras tarafından ifade edilir: ‘Başımızda kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi yeğlerim.’ Nitekim Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiği zaman, birleşmeye karşı çıkan ve o sırada gizlenen aslında Aristo’nun fikirlerine dayanan Thomas Aquinas’ın düşüncelerini savunan bir felsefe öğretmeni Gennadius’u, Ortodoks patriği olarak atar. Fatih tarafından yapılan bu atama, daha sonra aynı kişi üzerinden iki defa daha gerçekleşir.
Fatih Sultan Mehmet, Patrik Gennadius’un ikamet yeri olan Hazret-i Meryem Kilise’sini ziyaret eder, uzun sohbetlerde bulunur ve Hıristiyanlık ile ilgili sorular sorar. Daha sonra, Sultan’ın isteği üzerine bu soruların cevaplarını yazılı olarak kaleme alıp teslim eder.
Latinlerin elinden tekrar Bizanslıların eline geçen İstanbul’dan geriye, yağmalamanın sonucu olarak harap, virane halde yıkılmaya yüz tutmuş bir şehir kalır. Bununla birlikte Latinler, kadın, çocuk, yaşlı demeden şehir halkına büyük zararlar verir.