Hikayede insan olmalı II
Geçen yazıda oluşturmaya çalıştığım felsefi
ve düşünsel zeminden sonra bizzat müslümanların farklı hikayelerinde insanın
nerede durduğuna dair kısa analizler yapabiliriz. Bu noktada karşımıza ilk
çıkan örnekler içerisinde neo-selefi ya da fundamentalist hareketler çıkmaktadır.
Neo-selefi hareketler genelde daha radikal
hareket tarzlarıyla gündeme gelmektedirler. Aslında içinde yaşadığımız modern
yaşam tarzının egemenliği karşısında bir tavır alışı ifade etmektedirler
neo-selefi hareketler. Daha radikal ve sert tavır alışların şiddeti, modern
yaşam tarzının belirleyiciliğindeki etkiyle doğru orantılıdır denilebilir.
Neo-selefi hareketlerin birkaç niteliğinin
özellikle altını çizmek gerekmektedir. Birincisi, bu hareketler “devlet”
düşüncesine kilitlenmişlerdir. Tam da bu sebeple hareketin kendisini açığa
çıkardığı andan itibaren bir devlet olduğunu ifade etmesi söz konusudur. Ancak
devlet şeklinde nitelendirilen bu hareketin, kurumsallaşmış bir devlet
düşüncesiyle arasındaki mesafe oldukça fazladır.
İkincisi, neo-selefi hareketler aidiyetlerini
belirttikleri dinlerin “altın çağı”nı günümüze taşıma eğilimindedirler. Fakat
tarihle kurulmaya çalışılan bu ilişkinin çok uzun bir geleneği atlama
şeklindeki tavrı birden sorunsala dönüşmektedir. Böylece uzun geleneğin
içerdiği bir gerçekleştirim olan tarih, edebiyat, sanat, bilimsel vb. tüm
müktesebat yok sayılmaktadır. Üçüncüsü, modern çağ üzerine bir galibiyete
odaklanmış olan bu hareketlerin günün sonunda kendilerine daha çok biatı hedeflemeleri
ve mahrumiyetlerin telafilerini amaçlamaları da bir başka verdikleri
görüntüdür.
Bu üç özelliklerinde neo-selefi hareketler
“insan” unsurunu atlamaktadırlar. Öncelikle geleneğe atıfları olmayan bu
hareketin insanın yapıp etmelerine yabancılaşması kaçınılmazdır. Nihayetinde
devlet fikrine kilitlenmeleri, bir kültürden beslenmedikleri gibi kültür
yaratma konusunda da ilgisiz ve isteksiz olduklarını göstermektedir. Halbuki
bir kültürün ve geleneğin beslemediği durumda devamlılığı sağlayacak bir
toplumsallığın oluşması söz konusu olamaz. Dolayısıyla neo-selefi hareketlerin
gelecekte başarı şansının olmaması, hikayelerinde “insan” unsurunun
bulunmaması; hatta bir hikayelerinin bile olmaması sebebiyledir.
Fakat esasen islam açısından daha merkezi bir
konumu işgal eden islami söylemlerin problemlerine daha yakından bakmak
gerekmektedir. Bunları detaylı incelemek hiç şüphesiz hem daha çok mesai hem de
sosyolojik incelemeleri gerektirmektedir. Fakat en azından tüm bu söylemleri
dikine kesen bir problemi zikredebiliriz. Müslümanların yaşadıkları çok farklı
coğrafyaları dikkatle incelediğimizde sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik,
bilimsel vb. temsillerin ciddi negatifliği söz konusudur. En başta insan
hakları sorunları olmak üzere, yaşadıkları sorunlara cevap üretebilme pratiklerinin
oldukça zayıf olduğu gözlerden kaçmamaktadır.
Kimi müslüman coğrafyalarda yaşanan ekonomik
sorunlar, insanların hayatlarını gündelik hayatın temel ihtiyaçları içerisinde
daraltmış ve biyolojikleştirmiştir. Kimi coğrafyalarda yaşanan çatışmalar
sürekli bir güvenlik sorununu işaretlemektedir. Diğer yandan bilimsel bakış
açısı çerçevesinde dünyayı karşılayabilme kapasitesi ve refleksleri açısından
müslüman toplumlar zaten genel bir sorun yaşamaktadırlar. Bazıları bu durumu
müslüman toplumların sömürgeleştirilmesine bağlamaktadırlar. Elbette Batı
sömürgeciliğinin ciddi etkileri söz konusudur; fakat aynı zamanda bir ufuk ve
projeksiyon sorunları olduğu görmezden gelinemeyecek kadar açıktır.
Tüm bunlar müslüman dolayımlı olarak islamın
imajını ciddi anlamda zedelemiştir. Dolayısıyla bugün total olarak İslam’ın
insanlar için ne anlam ifade ettiğine dair varsayımlar ve temellendirmelerin
yapılması gerekmektedir. Bu ise İslam’ın iddialarının tümel çerçevelenmesini
zorunlu kılmaktadır. Yani İslam’ın, içinde “insan”ın yer aldığı hikayesinin
yeniden yazılması.