Hikayede insan olmalı
İster din isterse ideoloji ve felsefi düşünce
olsun ilk ortaya çıktığında büyük bir heyecan uyandırabilir. Bu heyecanın
sebebi, ilk önce içinde bulunduğu çevreden başlayarak insanlığın sorunlarına ve
ıstıraplarına dair söylemleri ya da kısaca “insan”a değebilmesidir. Bu bağlamda
insana değen din ve düşünceler ne kadar bastırılmaya ve görünmez kılınmaya
çalışılırsa çalışılsın, onlar bir şekilde büyümeyi başaracaklardır. Bundan
dolayı İslam, Hıristiyanlık, sol düşünce insanlık tarihinde bir yer edinebildi.
Tabii burada din ve ideolojilerin çok geniş anlamda yorumlarını ve pratiklerini
söz konusu etmekteyiz.
Bir din, ideoloji ya da felsefi düşünce kurumsallaşmadan
önce insanla birlikte hareket eder, temel dinamiği insandır; insanın acıları,
ıstırapları, ümitleri, kaygılarını dile getirir. Bu aşamaya bu din ya da
ideolojisinin “amatörlük evresi” diyebiliriz. Bu din ya da ideoloji karşıtı
hale gelen yerleşik statüko bir müddet sonra onun karşısında tutunamaz. Statüko
yerleşik ve kurumsal hale gelmiş ve hatta bu safhaları da aşarak merkeziliğin
kendisine getirdiği özgül ağırlığını aşan bir özgüven refleksiyle davranmaya
başlamıştır. İşte bu safhayı da “profesyonellik evresi” diye adlandırabiliriz.
Fakat bu geçiş aşamalarında işin sosyolojik
doğasına bir bakmalıyız. Kendi içerisinde gelişim aşaması yaşayan ve insanlar
tarafından sahiplenilen din ve düşüncelerin kurumsallaşmaları sosyolojik
anlamda kaçınılmazdır. Bu ileri aşamada bu din ya da ideolojinin
kültürelleşmesi ve süreklilik kazanmasında da önemli oranda işlevseldir. İleri
düzeyde o din ya da düşüncenin sosyal düzlemdeki pratikleri oluşan kurumsal
aklın çerçevesinde belirginlik kazanmaktadır.
Tam da bu noktada kurumsallaşma yerleşik hale
geldikçe din ya da ideolojinin teorisi ile pratiği arasında boşluk ve mesafeler
oluşmaya başlamaktadır. Bu boşluğun iki temel sebebi ya da görüntüsü
belirginleşmektedir. Birincisi, kurumsallaşma “insan” karşısında gücü
belirginleştirir. İkincisi, bunun sonucu olarak insan yine bazı insanların güç
ilişkileri içerisinde kaybolur. Üçüncüsü, böylece din ya da ideoloji aslında
kendisiyle geliştiği “insan” dinamiğini atlayarak indirgemeci özdeşleştirmeci
anlayışlarla asıl sorunu değil sonucu hedeflediğinden mekanikleşir.
Bu bağlamda söz gelimi; müslümanların hedefi
bir mekanizma olarak İslam’ın şekilsel olarak ilkelerinin görünür olup olmadığı
haline gelir ve günün sonunda müslüman olanların niceliksel sayısı önemsenir. Kurumsallaşmanın
doruk noktasını oluşturan papalık, Ortaçağ boyunca “insan” dinamiğini atladığı,
insanı mekanikleştirdiği için modern dönem çok kuvvetli bir şekilde toplumda
yer bulmuştur. Yine 1917 Bolşevik İhtilali’yle birlikte pratiğe kavuşma imkanı
bulan Marksizm, Lenin ve Stalin’in yönetimindeki pratikler ve toplama
kamplarıyla “insan”dan mesafe almaya başladılar.
Bu örneklerin hepsinden hareketle söyleyecek
olursak, müslüman olmak, hıristiyan olmak, kominist olmak “insan” kavramına
öncelenmiştir. Halbuki bu din ve düşüncelerin temel hedefi, zaten insanın
yetilerini geliştirmek, insanla birlikte hareket etmekti. Nihayetinde din ve
ideolojiler insanın pozitif tüm dinamiklerini kendilerine aktarabildikleri,
onlarla birlikte hareket edebildikleri oranda gerçekten hayat belirtileri
gösterdiklerini iddia edebiliriz.
Din ve ideolojilerin mekanikleşmeyi aşmak, kendilerini
yenilemek üzere düşünsel bir kontrol sürekliliği kazanmalarının zarureti burada
ortaya çıkmaktadır. Bu kontrolün anahtar kavramı da insandır. Artık din ve
ideolojinin dili taraftar diline dönüşmüşse, “insan”ın ıstıraplarına sırtını
dönmüşse, insanın kaygıları, sorunları ile gerçekten ilgilenmeyi bırakmışsa
artık o öğütücü bir makine haline gelmiş demektir. Bunun sonucunda insanın
kendi ideolojisini sırtında taşıması gibi tuhaf bir durum belirir.