Dolar (USD)
35.20
Euro (EUR)
36.68
Gram Altın
2954.84
BIST 100
9626.56
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
09 Haziran 2021

Hikayede insan olmalı

İster din isterse ideoloji ve felsefi düşünce olsun ilk ortaya çıktığında büyük bir heyecan uyandırabilir. Bu heyecanın sebebi, ilk önce içinde bulunduğu çevreden başlayarak insanlığın sorunlarına ve ıstıraplarına dair söylemleri ya da kısaca “insan”a değebilmesidir. Bu bağlamda insana değen din ve düşünceler ne kadar bastırılmaya ve görünmez kılınmaya çalışılırsa çalışılsın, onlar bir şekilde büyümeyi başaracaklardır. Bundan dolayı İslam, Hıristiyanlık, sol düşünce insanlık tarihinde bir yer edinebildi. Tabii burada din ve ideolojilerin çok geniş anlamda yorumlarını ve pratiklerini söz konusu etmekteyiz.

Bir din, ideoloji ya da felsefi düşünce kurumsallaşmadan önce insanla birlikte hareket eder, temel dinamiği insandır; insanın acıları, ıstırapları, ümitleri, kaygılarını dile getirir. Bu aşamaya bu din ya da ideolojisinin “amatörlük evresi” diyebiliriz. Bu din ya da ideoloji karşıtı hale gelen yerleşik statüko bir müddet sonra onun karşısında tutunamaz. Statüko yerleşik ve kurumsal hale gelmiş ve hatta bu safhaları da aşarak merkeziliğin kendisine getirdiği özgül ağırlığını aşan bir özgüven refleksiyle davranmaya başlamıştır. İşte bu safhayı da “profesyonellik evresi” diye adlandırabiliriz.

Fakat bu geçiş aşamalarında işin sosyolojik doğasına bir bakmalıyız. Kendi içerisinde gelişim aşaması yaşayan ve insanlar tarafından sahiplenilen din ve düşüncelerin kurumsallaşmaları sosyolojik anlamda kaçınılmazdır. Bu ileri aşamada bu din ya da ideolojinin kültürelleşmesi ve süreklilik kazanmasında da önemli oranda işlevseldir. İleri düzeyde o din ya da düşüncenin sosyal düzlemdeki pratikleri oluşan kurumsal aklın çerçevesinde belirginlik kazanmaktadır.

Tam da bu noktada kurumsallaşma yerleşik hale geldikçe din ya da ideolojinin teorisi ile pratiği arasında boşluk ve mesafeler oluşmaya başlamaktadır. Bu boşluğun iki temel sebebi ya da görüntüsü belirginleşmektedir. Birincisi, kurumsallaşma “insan” karşısında gücü belirginleştirir. İkincisi, bunun sonucu olarak insan yine bazı insanların güç ilişkileri içerisinde kaybolur. Üçüncüsü, böylece din ya da ideoloji aslında kendisiyle geliştiği “insan” dinamiğini atlayarak indirgemeci özdeşleştirmeci anlayışlarla asıl sorunu değil sonucu hedeflediğinden mekanikleşir.

Bu bağlamda söz gelimi; müslümanların hedefi bir mekanizma olarak İslam’ın şekilsel olarak ilkelerinin görünür olup olmadığı haline gelir ve günün sonunda müslüman olanların niceliksel sayısı önemsenir. Kurumsallaşmanın doruk noktasını oluşturan papalık, Ortaçağ boyunca “insan” dinamiğini atladığı, insanı mekanikleştirdiği için modern dönem çok kuvvetli bir şekilde toplumda yer bulmuştur. Yine 1917 Bolşevik İhtilali’yle birlikte pratiğe kavuşma imkanı bulan Marksizm, Lenin ve Stalin’in yönetimindeki pratikler ve toplama kamplarıyla “insan”dan mesafe almaya başladılar.

Bu örneklerin hepsinden hareketle söyleyecek olursak, müslüman olmak, hıristiyan olmak, kominist olmak “insan” kavramına öncelenmiştir. Halbuki bu din ve düşüncelerin temel hedefi, zaten insanın yetilerini geliştirmek, insanla birlikte hareket etmekti. Nihayetinde din ve ideolojiler insanın pozitif tüm dinamiklerini kendilerine aktarabildikleri, onlarla birlikte hareket edebildikleri oranda gerçekten hayat belirtileri gösterdiklerini iddia edebiliriz.

Din ve ideolojilerin mekanikleşmeyi aşmak, kendilerini yenilemek üzere düşünsel bir kontrol sürekliliği kazanmalarının zarureti burada ortaya çıkmaktadır. Bu kontrolün anahtar kavramı da insandır. Artık din ve ideolojinin dili taraftar diline dönüşmüşse, “insan”ın ıstıraplarına sırtını dönmüşse, insanın kaygıları, sorunları ile gerçekten ilgilenmeyi bırakmışsa artık o öğütücü bir makine haline gelmiş demektir. Bunun sonucunda insanın kendi ideolojisini sırtında taşıması gibi tuhaf bir durum belirir.