Hiçbir şey kendisi değil
Çağımız eşyanın kendisi olmadığı; dolayısıyla birçok şeyin temsilinin kendisi rolü yaparak ortada arz-ı endam ettiğinden şikayet edilen bir zaman dilimi. Gündelik yaşamda bu durum, balın bal, tavuğun tavuk vb. olmadığı, hepsinin temsillerinin hem de kendisine benzeyen temsillerinin mebzul miktarda görünmesinde izlenebilmektedir. Zaten postmodern epistemoloji ile yakinilikten feragat ederek her bir süjenin kendi sınırları içinde bilgide bedihilik kazandığı bir durumu yaşıyoruz. Tüm bunlar üst düzeyde “hakikat”le olan sorunlarımızı işaretlemektedir her şeyden önce.
Eşya ile “kendisi” olmaması durumunda kurulacak ilişkilerin problemli olacağını kestirmek zor değil. Belki tam da bu sebeple, sürekli gerçeklikler yaratılarak “kendilik”ler üretilmeye çalışılmaktadır. Reklamlar bunun izlenebileceği en net alandır. Zira eşya için kendi anlam stoklarının dışında anlamlar üreterek insanlara bir dünya ve anlam satmaktadırlar. İşte eşyaların bugün kendi özgül ağırlıklarının ötesinde kazandığı anlamlar ve gündelik işlevleri insanlara ciddi anlamda maliyetler yüklemektedir.
İnsanların dünya ile ilişkileri ve onu okuma biçimlerinde kabaca iki farklı boyutu ayırt edebiliriz. Eşyaları ile bizden bağımsız olarak varolan dünya ve bir de bizim algıladığımız dünya. Aslında dünyaya dair bilgilerimiz ve yargılarımız bu ikisinin farklı düzeylerdeki bileşimlerinden oluşuyor. Fakat bu iki okuma biçiminden her biri tarih boyunca eşyanın hakikatine nasıl ulaşılacağı konusunda belirleyici olmuştur. Descartes’a gelinceye kadar, Aristoculuğun ve Batlamyusçu kozmolojinin hakim olduğu dönemde, eşyanın bilgisi süjeden bağımsız ve keşfedilmeye bekleyen bir hakikat olarak tasavvur edilmektedir. Bu bağlamda süje, duyguları, algıları ile değişken bir varlık olarak konumlandırılır. Descartes ile birlikte modern zamanlara gelindiğinde, “cogito” yani bilen süje önplana çıkar. Kant bunu daha da derinleştirerek sistematik hale getirir.
Dış dünyanın olduğu gibi görülebileceği varsayımından hareket eden düşünceler, bu bilgilerin de bir olgusallığı ve gerçekliği ifade ettiğini ileri sürmüşlerdir. Fakat buradaki temel sorun; insanın eşyayı olduğu gibi görebilmesinin ve daha ileri giderek bunu bilebilmesinin imkansızlığıdır. Hz. Peygamber’e (SAV) atfen “Allah’ım! Eşyayı bana olduğu gibi göster” duası, bir yandan insandan bağımsız bir hakikati, diğer yandan insanın onu görebilmesinin zorluğunu ifade etmektedir.
Modern dünya ve giderek süjenin merkezi konumunu pekiştiren postmodern epistemoloji, eşyanın kendi hakikatinden bağımsız içerik ve anlamlarını üretebilmektedir. Bu, anlama kategorilerinin süjeye doğru çekilebilmesiyle mümkün olmuştur. Evet, dünyada yaşayan her bir süjenin kendi zaviyesinden kurduğu ve algıladığı bir dünya vardır. Üstelik birey bir yandan dünya tasavvurunu bu algılar üzerine de inşa etmektedir. Bunun gerçekten tamamıyla kopuk bir “hayal” olduğunu söyleyemeyiz.
Fakat bu durum, eşyayı kendi gerçekliğinden kopararak, ona “kendiliğinden” bağımsız bir anlam yükleyebilmeyi mümkün kılmaktadır. İşte bizim sıklıkla medyada yaratılan gerçeklik, reklamlar üzerinden inşa edilen hayatlar vb. dikkat çektiğimiz fenomenler bunlarla ilintilidir. Tüm bunlar eşya ve insana dair yaratılan imajlar üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Bu durum insan yaşamını ağırlaştırmaktadır. Birincisi, eşya ve insan ile imajları aşarak sahici bir ilişki kurmak zorlaşmaktadır. İkincisi, imajinatif bir hayat ve ilişkiler kuvvet kazanmakta; tabiattan kopuş hızlanmaktadır. Üçüncüsü de, evimizdeki eşyalardan elbise ve arabalara kadar bu imajlar insana ek maddi maliyet yüklemektedir. Gerçekten hayat bu kadar zor olmasa gerek.